Sayfalar

Milliyetçilik: Cinsiyet ve Irk-Nationalism: Sexuality and Race

“They cannot represent themselves; they must be represented.”.
(Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte)

Milliyetçilik üzerine sayısız incelemenin çoğu, onun siyasi ve ideolojik yönü üzerine yoğunlaşmıştır. Bu yaklaşımda, erkek bakış açısının toplumsal cinsiyete gereken önemi vermeyişinin de payı olsa gerek.
Ben bu yazıda daha çok, biyolojik, sosyo-tarihsel ve kültürel gelişmelere, buna bağlı olarak milliyetçiliğin ırkçı ve cinsiyetçi, yani toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan yönüne vurgu yapmak istiyorum. Bu vurguyu yaparken, ağırlıklı olarak ulus ve ulusun inşası süreçlerinde kadınların toplumsal cinsiyeti üzerine inşa edilen siyasetlere yer vereceğim. Bu yaklaşımımın nedeni, bir kadın olarak yaşadığım ve algıladığım, okuduğum bilgi ve deneyimler sonucunda milliyetçi taşkınlığın ve genel olarak militarizmin, ağırlıklı olarak erkeklerin deneyim ve ustalığı alanına girdiğini düşünüyor olmamdır. Cynthia H.Enleo’nun sözleriyle özetlersek: “Milliyetçilik tipik olarak erkekleştirilmiş hafızadan, umutlardan doğmuştur.”
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, yaşanılan tarihi dönemin sosyo-ekonomik, siyasi ve etnik yapısından ayrı düşünülemez. Örneğin, bugünün Britanya’sında, tek bir kadınlık durumundan söz edebilir miyiz? Konuya daha sonra da değineceğim gibi, siyah kadınlara biçilen kadınlık durumuyla, beyaz kadınlarınki farklıdır.
18 ve 19. yüzyıl sömürgeci Avrupa tarihi, hemen hemen her alanda kadınlara uygulanan ayrımcı ve cinsiyetçi siyaset ve anlayışların hakim olduğu bir dönemi kapsar. Kadınların, cins olarak, ekonomik, sosyal ve politik alandan, esas olarak toplumsal alandan dışlandıkları bir dönemdir bu.
O günkü orta-sınıf, beyaz heteroseksüel, maskülin erkek kimliği sömürgeci Batı’yı temsil ederken, edilgen, ikincil, feminin kadın kimliği de Doğu’yu temsil eder. Bu perspektiften baktığımızda feminin ve maskülin kadın ve erkek normlarının daha iyi anlaşılacağı kanısındayım. Bir başka deyişle, toplumsal egemenlik ilişkilerine göre belirlenen toplumsal cinsiyetin oluşturulması sürecinde, sömürgelerde uygulanan ırkçı politikalarla, içte kadınlara uygulanan cinsiyetçi, sosyo-politik, ekonomik ve biyolojik ayrımcılığın arasında derin bir bağ vardır.
19. yüzyılın cinsiyetçi erkek anlayışına göre, kadınlar fiziksel ve ruhsal olarak zayıf ve kırılgandır. Dolayısıyla, erkeklere ait alanlardan uzak kalmalı, geleceğin nesillerini yetiştirmeli ve ulusun, ailenin onurunu temsil etmelidir. Oysa o günün Britanya’sında, işçi sınıfından kadınların yaşadığı gerçeklik, orta sınıf kadınlara biçilen rolden çok farklıdır. On binlerce işçi kadın ev içi hizmet sektöründe ağır koşullarda çalışmaktadır.
Kadınlar doğaları gereği “zayıf, duygusal, irrasyonel” oldukları için, politika ve eğitim de dahil, akıl, irade gücü ve yetenek gerektiren kamusal yaşamdan genelde dışlanmışlardır. Ayrıca, maddi ve manevi güç gerektiren bu tür alanlarda kadınlar erkeklerle boy ölçüşmeye kalktıkları takdirde, “kadınlık cazibelerinin” yok olacağı endişesi de vardır bu cinsiyetçi zihniyetin arkasında. “Bilimsel” verilerle de desteklenir bu yaratılan pasif kadınlık durumu.
Sanayi devrimi ve onun getirdiği sosyal, ekonomik gelişmeler sonucunda, erkeklerle aynı iş kollarında daha az ücretle çalışan kadınlar aynı sendikal haklardan ve eğitim olanaklarından yararlanmak isteyince, karşılarında hep, sistemin cinsiyetçi ideolojisiyle beslenen ayrımcı anlayışları bulmuşlardır.
Kadınların hak talepleri üzerine yürütülen tartışmalar sırasında, birçok ünlü yazar, sendikacı, düşünür, kadınlar aleyhinde tavır koymuştur. Bugünkü Labour Party-İşçi Partisi’nin esinlendiği, düşünür, yazar, eleştirmen, Oxfordlı J. Ruskin, “yasa yapıcısı” olarak erkeklerin, kadınları, günah ve tehlikelerden koruduklarını iddia etmiştir. Ruskin, edebiyat, tarih, sosyoloji ve mimari konularında ne kadar derinse, o günkü beyaz-Viktoryan İngiltere’sinin, ırkçı, cinsiyetci ve sömürgeci siyasi ve kültürel anlayışları çerçevesinde de o kadar sığdır.
O dönemin Britanya İmparatorluğu’nun sömürgeci ve ırkçı politikalarıyla, içerde, kadınlara uygulanan, cinsiyetçi politikalar arasındaki paralelliğe gelince.
Korumacılık ve “esirgeme” adı altında uygulanan bu politika ve anlayışların arkasında, kadınları ve kolonileri sömürme ve idare etme, yani hakimiyet düşüncesi yatmaktadır. Batılı beyaz erkek, kadınlar konusunda olduğu gibi, sömürgeler konusunda da benzeri söylemleri ileri sürmüştür. Afrikalılar, Malezyalılar, Hintliler vb. doğaları gereği, akıl ve bilgi gerektirecek işleri yapacak kapasitede değildir. Yaratıcı duyu ve yetenekleri gelişmemiştir. Siyaset biliminden anlamazlar. Medeniyete ulaşmaları için, Batılı adamın “kurtarıcı”lığına ve “koruyucu”luğuna muhtaçtırlar.
Aynı dönemde, Fransız yazar ve politikacı, Alphonse de Martine, Osmanlı topraklarını ziyaretinden sonra, söyle yazmıştır: “Başıbozuk milletler topluluğu...Yönetici, yasa, güvenlik yok... Batının işgalini bekliyor sabırsızlıkla sığınmak için...”
Bu mantığa göre, bir tarafta rasyonel ve maskülin olanı temsil eden Batı, diğer tarafta ise, irrasyonel, feminin, ikincil olan Kuzey Afrikalılar, Orta Doğulular ve kadınlardan oluşan ve “kurtarılmayı” bekleyen “ötekiler” dünyası vardır.
Batılı emperyalist sömürge kültüründe ( bu kültürün yaratıcılarının hemen hemen hepsi erkektir) ressam, yazar ve gezginlerin iştahını kabartan konulardan birisidir ötekilerin cinselliği. Bu “Orient” dünya, genellikle, harem ve gizemli peçeli kadın imgeleriyle karakterize edilir. İrrasyonel ve aşırı duygusal, anlaşılması zor, iletişim kurulamayan bu dünyaya karşı aşağılamanın yanında, gizli bir hayranlık da vardır. Ama bu kadar. Bu gizli hayranlığın ötesinde, içte kadınlara karşı uyguladıkları cinsiyetçi önyargıları, oryantal ötekiler dünyasına da, üstelik bu kez sömürgeci bir horgörüyü de ekleyerek uygularlar. Ötekilerin de toplumsal cinsiyeti, edilgenliği temsil eden kadındır.
Yazılı, sözlü ve görsel sanatların birçoğunda, bu konu sıklıkla işlenmiştir. Flaubert, Kızıl Deniz’de nasıl zevkle yüzdüğünü anlatırken, “...sanki binlerce sütlü memenin üstünde yatıyor gibiydim...” ifadesini kullanır.
Burton’un “Thousand and One Nights” adlı eseri, pornografik imajlarla doludur. ‘Oriental’, cinsel ihtirası, gizemi ve anlaşılmamayı simgelediği kadar, öteki olmanın da ifadesidir. O günkü Avrupa kültüründe, şu terimler, belli cinsel çağrışımlar için kullanılır: seraglio figure, Turkish beatuties ( kadın kalçaları) Asiatic ideas (cinsel ihtiras).
Bu yapıtların çoğu, kulaktan dolma bilgilerle, çeşitli cinsel fantaziler üretir. Örneğin, Cezayirli bir dansçı kızın, tüm “Orient” dünyayı sembolize eden erotik bir yıldız olarak işlenmesi gibi. Çoğumuzun malumu olduğu üzere, bu “sanat eseri” tablolarda, yarı çıplak harem kadınları birbirleriyle sarmaş dolaş eğlenirken, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, siyah bir harem ağası onlara gözcülük ederken resmedilir. Kısacası, bu iç gıcıklayıcı oryantalizm, sırf cinsel fantazileri beslemek için kullanılmaz, öteki’nin karşısındaki Batılı kimliği (erkek kimliği) oluşturmak, onu sınamak ve pekiştirmek için de kullanılır. Peçenin arkasındaki ne olduğu belirsiz Kuzey Afrikalı, Mısırlı ya da İstanbullu gizemli bir “yaratığı” keşfetmek, ona sahip olmak ihtirasıyla, yeni bir sömürgeyi keşfetmek ve sahip olmak arzusu arasında bir bağlantı olduğu açıktır.
Elbette bugünkü toplum yapısında, kadın ve erkek kimliklerinin aynı olması beklenemez. Çünkü, her dönemin ve her toplumsal yapının farklı sosyo-ekonomik ve siyasi koşulları vardır. Kadın ve erkeklik kimlikleri de bu yapının içinde şekillenir.
Ne var ki, sömürgeci, yayılmacı ve militarist anlayışların pek fazla değişmediğini, hatta yüz yıl arayla da olsa benzeri siyasetleri uyguladığını söyleyebiliriz. Son Afganistan ve Irak işgallerinde eski milliyetçi ve ırkçı politikaların tekrarlandığına tanık olduk. Afganlı ve Iraklı ötekilere “demokrasi” ve “refah” taşıyan ve Afganlı kadınları dini bağnazlığın elinden kurtarıp özgürleştirdiğini iddia eden aynı saldırgan, milliyetçi, cinsiyetçi anlayış değil midir... “Kurtarıcı” erkek, sonunda “kurtardığı” kadının sahibi olur. Umberto Eco, ilk Körfez Savaşını, ereksiyon olmuş bir penisle tasvir ederken aynı gerçeği ironik bir şekilde vurgulamıştı.
Milliyetçi ideoloji, kadınları, ulusun oluşum ve gelişim süreçlerinde kullandığı gibi, toplumun militarizasyon sürecinde de kullanır. Hepimizin sıklıkla işittiğimiz, günlük hayatımızda öylesine kullandığımız terimlerdir anavatan, toprak ana ve yavru vatan. Namusunun ve şerefinin korunması gereklidir anavatanın! Tıpkı kadın gibi. Bu anavatanı koruyacak olanlar da, esasen ulusu temsil eden erkek milletidir. Erkek, vatanı savunan askerle özdeştir. Paul Theroux bu durumu şöyle ifade ediyor: “‘Erkek gibi davran’ ifadesi bana bir küfür gibi geliyor. Bu ifade, ‘aptal ol, duygusuz ol, itaatkâr ol, asker ol ve düşünme!’ anlamına geliyor.”
Şaşırtıcıdır ki, bunca kutsanan anavatan, yeri geldiğinde yerle bir edilir. Vatanı korumak ve parçalatmamak adına Kürt köyleri yakılıp viran edilebilir. Aynı, namus cinayetlerine kurban edilen kadınlar gibi, “uğruna feda olunan” topraklar insansızlaştırılır, yaşama alanı olmaktan çıkarılır. Ağızlarını açtıklarında vatanseverlikten dem vuranların sıkıya düştüklerinde yaptıkları ilk şey, istilacı ile işbirliği yapmak ya da ülkenin kapılarını istilacıya açmaktır. Aynı, namustan fazla söz edenlerin sıkıştıklarında karılarını sokağa attıkları gibi. Orduların gerçek görevi, vatanı savunmak değil, içerde halkları bastırmaktır. Tarihte yabancı istilasına karşı direnen ordu örneği çok azdır. Hitler, Fransa başta olmak üzere Avrupa ordularını birer ikişer günde bertaraf etmiştir.
Diğer yandan, ulusal kurtuluş hareketleri de, kadınların geniş katılımına ihtiyaç duyduğu için bir yandan kadını yüceltirken, bir yandan da onlara erkek imajı kazandırmaya özen gösterir. Cezayir, Sri Lanka ve PKK de dahil, ulusal hareketlerin içinde, cephede ve cephe gerisinde yer alan çok sayıda kadın vardır. Bu kadınlar, ellerindeki silahla ve aldıkları “sorumluluklarla” erkeklerden farksız bir biçimde tasvir edilirler.
Yine de kadınların toplum içinde inisiyatif almalarını sağlayan bir yanı vardır ulusal mücadelelerin. Oy hakkı elde etmek, eğitim ve çalışma hayatı ve siyasette bir ölçüde yer almak. Örneğin İngiltere’de kadınların oy hakkını elde etmeleri ancak 1. Dünya Savaşı sonunda, erkeklerden çok sonra olmuştur. Yakın geçmişte uluslaşan ülkelerde kadınlar erkeklerle aynı zamanda oy hakkını elde etmiştir. Bu, onlara eşit vatandaş haklarını kazandırmasa da, objektif durum budur. Ne var ki, ulusal mücadelede erkekleşerek belli ölçüde inisiyatif ve özgürlük kazanan kadının doğurganlığı kısa sürede yeniden ön plana çıkartılır. Musa Anter, Kürt kadınını şöyle tanımlar: “Kürt kadını kocasının karısı, çocuklarının annesi ve de toplumdaki ekonomik ilişkilerin canlı bir ortakçısıdır (...) Kürt kadınına kaç çocuğun var diye sorulduğunda, sayının 5-6’dan aşağı olması, şerefli bir kadın için aşağılayıcı bir durumdur.”
Kadınların cinselliği üzerinden yapılan “milli tasarruflar”, sadece savaş ve toplumun militarizasyonu dönemlerini kapsamıyor. Aşağıda göreceğimiz gibi, nüfus ve aile planlaması adı altında sınıfsal bir boyutu da içinde barındırıyor.
1990’ların sonunda, Brezilya’da, gecekondu mahallelerinde, kadınların rahmi zorla alınarak kısırlaştırma yoluna gidilmiştir. Bu proje, Dünya Bankası fonlarıyla desteklenmiştir. Kısırlaştırılan birçok kadına, rahimleri alınacağı ve ömür boyu çocuk doğuramayacakları söylenmemiştir. Birçok kadın bu operasyonlar sırasında sakatlanmıştır. Kadınların kısırlaştırılmasına harcanacak fonlar, pekâlâ o gecekondu mahallelerinin su, elektrik, yol gibi temel ihtiyaçlarına, yoksul halkın yaşam standartlarının yükseltilmesine harcanabilirdi. Oysa Brezilya Devleti, yoksulluğu yok etmek yerine, kadınların doğurganlığını yok etme yoluna gitmiştir.
1990’lı yıllarda, Britanya’da, depo provera, artık sağlığa zararlı olduğu bilinmesine rağmen, bir doğum kontrol metodu olarak siyah ve göçmen kadınlara verilmekteydi. İsrail, Filistinli kadınlar üzerinde kısırlaştırma politikasını halen sürdürmektedir. Amerika da dahil yirmi dört devlet, 1910-1930 yılları arasında kısırlaştırma yasası çıkartmıştır. Amerika’da, göçmenleri hedef alan öjenik hareketin çıkışı, İngiltere ile aynı döneme rastlar. Sosyal Darwinizmden güç alır öjenik hareket. Daha sonra Nazi Almanyası yaygın bir şekilde uygular benzeri bir ırkçılığı. Nazilerin pratiğinde de görüldüğü gibi, öjenik hareketin çıkış nedeni, devletin ırkçı ve cinsiyetçi uygulamaları ile, ulus, devlet, milliyetçilik arasında hep bir ilişki vardır.
Devletlerin kadınların bedeni üzerinden geliştirdikleri nüfus planlama politikalarının bir yanı kısırlaştırmaysa, diğer yanı da doğurganlığın körüklenmesidir. Kadınların doğurganlığı, milliyetçi ideolojiler tarafından hep yüceltilir. “Cennet anaların ayağı altındadır” deyişiyle anneliği yücelten anlayış, bir başka yerde, “kadının karnından sıpası, sırtından sopası eksik olmamalı” diyerek erkek şovenizmini dışa vurur.
Atatürk, Cumhuriyet Türkiye’sinin aile yapısını şekillendirirken, “Türk kadınının en büyük görevi analıktır” derken, devletin en küçük birimi olarak düşündüğü aile ve ailedeki kadının rolüne vurgu yapma gereği duymuştur. Ailenin istikrarsızlığı, altüst oluşu, toplumun istikrarsızlığından bağımsız düşünülemez. Ailenin, kültürel ve ahlâki şekillenmesi, korunması, kısacası gardiyanlığı kadınlara sunulan en büyük görevdir. Bu, savaş-barış zamanlarının değişmez politikasıdır.
Ne yazık ki, belli zamanlarda “vatanın analarının” da bu milliyetçi taşkınlığın içinde yer aldığını görmekteyiz.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Britanya’da oy hakkı için mücadele eden kadınlar, askerliğe gitmeyi reddeden erkeklere “korkaklığın” simgesi olarak beyaz tüy dağıtmakla, daha o zamandan yükselen milliyetçi isterinin ve savaşçı faşizmin habercisi olmuşlardır. Hitler, Goebbels’in karısı ve çocuklarını, örnek Alman ailesi olarak boşuna lanse etmemiştir. Naziler, Almanya’daki kadınların büyük çoğunluğunun desteğini almışlardır. Öyle ki, bir kesim Alman feministi dahi bu isteriye göğüs gerememiştir. Keza İtalya’da, birçok kadın, Mussolini’ye alyans ve bilezikleriyle birlikte oğullarını da sunmuşlardır. Diğer ideolojilerde olduğu gibi, faşizmde de vatan imajı ile ana imajı kaynaştırılmıştır. Nasıl ananın namusu ve şerefi kutsalsa, anayla özdeşleşen vatanın korunması da kutsaldır. Benzer bir şekilde, Stalin de, “sosyalist” vatan savunmasında aynı özdeşliği kurmuş, analığı ve aileyi yüceltmiştir. Üstelik Stalin’de analık, hem vatanı, vatanı savunacak askeri üretecek doğurgan kaynağı, hem de yüksek üretimi temsil eder.
Vatan, millet ve aile, her ulusun temel direkleridir. Bu nedenle, milliyetcilerin ve politikacıların vazgeçilmez propaganda alanlarıdır.
Aile ideolojisini yalnızca faşist devletler değil, (Nazi Almanyası örneğinde olduğu gibi: kadın-çocuk-mutfak üçlüsü) tüm ulusal devletler aile-vatan kavramına özel bir önem atfetmişlerdir. Bugünün ister “gelişmiş” kapitalist olsun, ister kendisine sosyalist desin tüm ülkeleri çekirdek aileyi örnek ve evrensel olarak kabul eder.
Gerçekten böyle midir durum? Aile de toplumlar gibi değişkendir. Resmi, çekirdek ailenin dışında var olan aile örnekleri görmezden gelinir. Evli olmayan anne örneğinde olduğu gibi. Oysa lezbiyen-gay çiftlerden oluşan aileler, bekâr baba ve çocuklardan oluşan aileler, arkadaşlardan oluşan aileler, tek tek bireylerden oluşan aileler, yaşlılardan oluşan aileler, çocuklu, çocuksuz birçok aile örneği vardır gerçek toplumda.
Sonuç olarak, aile evrensel olmadığı gibi, annelik de evrensel bir ideolojiyle tanımlanamaz. Annelik, kadının herhangi kimliğinden birisidir. Kurumsal anneliği kutsayan sistem, ne yazık ki, onu ödüllendirmez. Dünyanın birçok yerinde evli olmayan anneler, hâlâ gelir dağılımının en alt kesiminde yer aldıkları gibi, siyasi, ekonomik ve toplumsal alanlarda da temsil düzeyleri düşüktür.
Devlet, o kadar göklere çıkardığı anneliği ve onun getirdiği maddi-manevi sorumluluğu ailelerin sırtına yıkarak kendini kurtarmaya çalışır. Öte yandan, rekabetçi-acımasız dış dünyanın karşısında, aile sığınılacak, “sıcak” bir yuvadır. Özellikle göçmen ve siyah kadınlar için. Irkçı ve milliyetçi baskı karşısında ister istemez aileye sığınılır. Zorba bir devlete karşı Filistinlilerin aileyi savunmaları ve kadınları çocuk doğurmaya teşvik etmeleri de bu noktadan bakıldığında anlaşılır bir şey olmalı.
Yakın geçmişte, İngiltere’de yaşayan Kosovalı kadınların yaşamlarını içten gözlemleme olanağım oldu. Çoğu bekâr kadınlardı ve erkek arkadaş bulmakta sıkıntı çekiyorlardı. Çünkü, içinde yaşadıkları gettonun dışından bir “yabancıyla” birlikte olmaları hoş karşılanmadığı gibi, dışlanmalarına da neden olabiliyordu. Oysa Kosovalı erkekler için aynı kural söz konusu bile değildi. Kadınlar, bu dışlanmayı göze alamadıklarından, “evde kalmış” kız sayısı çoktu o günlerde bu toplumun içinde. Kısacası, kadınların cinselliklerinin üzerindeki baskı yöntemleri değişse de, baskıyı yapanlar değişmiyor. O günlerde ulusal bağımsızlık mücadelesi veren Kosovalı vatansever erkekler, kendi kadınlarının bedenlerini de “yabancılardan korumaya” çalışıyor olmalıydılar.
Oysa korunulması gereken tek şey vardı, o da bizzat koruyucunun kendisiydi. Aynı, belli topraklar üzerinde yaşayan insanların kendilerini öncelikle vatanseverlerden korumaları gerektiği gibi.

E
25 Ağustos 2007


Kaynakça:

Ayşe Gül Altınay, (der) Vatan Millet Kadın, İstanbul, İletişim, 2000.
Cynthia H. Enloe, Ethnic Conflict and Political Development, 1986: Does Khahi Become You?The Militarization of Women’s Lives, London, Pandora Press,1988.
Dorothy Thomson, Class, Gender and Nation, London, Verso, 1993.
John Freely, Insıde the Seraglio, Penguin Books,2000.
Mary Davis, Sylvia Pankhurst: Radikal Politik Mücadelede Geçmiş Bir Hayat, çev, Emine Özkaya, Versus, 2006.
Susan Mendus & Jane Rendall, (der) Sexuality & Subordination, London, Routledge, 1989.
Yiorgos Kalogeras &Domna Pastourmatzi, (der) Nationalizm & Sexuality: Crises of Identity, Thessaloniki, Aristotle University, 1996.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder