Sayfalar

Bir kaktüsüm var, adı Hrant


19 Ocak 2007, her sabah olduğu gibi, internetten önce Türkçe gazetelerin başlıklarına baktım. Evimde TV yok, hiç olmadı. Türkçe gazetelerin haberlerine pek güvenmem, başlıkları okur, alışkanlığa dönüşen, Guardian gazetesiyle güne başlarım. Ama bu günkü haber çok karanlık; Hrant Dink vurulmuş .Yas doldu odama...

Göçmenlik durumu, coğrafi uzaklıkla sınırlı değil elbette. Ama, 19 Ocak gibi, karanlık günlerde, insan acısını paylaşak birilerini arıyor. Bu çok önemli, hele böyle, kolektif paylaşılması gereken yaslarda. Konuşabileceğim, benim gibi, Avrupa'nın çeşitli yerlerine dağılmış, bir avuç arkadaşa ulaştım. Karşılıklı ağlaştık...Bu acı bana çok dokundu, çok keskin, derin bir acı... Sanki gelmiş, geçmiş tüm acıları yüklenmiş gibi...İçinde ben de varım. İçim kanıyor...İçimden bir ses, "Hrant'ın soluk alamadığı bir coğrafyaya dönemessin." "Dönmemelisin", diye haykırıyor!

Ona el sallamak istiyorum son yolculuğunda. Bir arkadaşımı da ikna ederek, Londra'daki, Türkiyeli göçmenlerin oturduğu mahalleye gitmeye karar verdim. Halk Evi'nde televizyon vardır mutlaka diye düşünerek, önce oraya damladık sabah erkenden.
Halk Evinin geniş salonunda, birkaç yaşlı göçmen televizyon izliyor. Çoğu Kürtçe haberlerin. Arada, Hrant Dink'in, İstanbuldaki uğurlama töreninden sahneler geçiyor. Ben, cenaze törenini tam verecek derken, Med-TV, başka habere geçti. Kalkıp, başka bir kahve aramaya karar verdik. O sırada, masadaki yaşlı bir göçmen, yanımdaki arkadaşa, "Ermeni misin?", diye soruyor. Arkadaşım da "Türküm", cevabını verince, çok şaşırıyorum. Bu sefer,yaşlı adam beni işaret ederek, "peki, o mu Ermeni?", diye soruyor. "Yoo, o da değil.", cavabını verdi arkadaşım. Benim kendisine dik dik baktığımı görünce, sonra açıklarım anlamında işaret ederek, kapıya yöneliyor. Çıktığımızda, "dur, hemen kızma, ben bilerek Türküm dedim onlara. "Görmüyor musun, herkes kendi acısına yanıyor. Onlara, bir insana ağlamak için, Ermeni olmak gerekmiyor, mesajını vermek istedim", diyor.
Oradan bir otobüse atlayarak, kuzey Londra'nın, Haringey semtine gidiyoruz. Mahalleye geldiğimizde, sokağın birinde, kapı önüne atılmış bir kaktüs gördüm. Tek yapraklı, yaprağın ortasında, kurşun deliğine benzeyen bir boşluk var. Hemen aldım kaktüsü. Özenle mendilime sardım. Ölmemeli!...
Bu sefer, yine Türkiyeden gelmiş göçmenlerin işlettiği bir bilardo salonu buluyoruz. İçerisi sigara dumanı, soğuk ve erkek dolu. Hiç birisi umurumda değil. Salonun sahibinden, köşedeki televizyonu izlemek için izin alıyorum. Neyse ki, iyi bir adam. Üç dört saat yerimden kalkmamacasına orada oturdum. Kafe sahibi, çay da ikram etti halimin tuhaflığına başını sallayarak.

Ertesi gün, adını, Hrant koyduğum kaktüsüme, Oxfam'dan ( 2. el eşyalar satan bir yardım kuruluşu), üzeri çiçekli bir vazo aldım. Bilerek o vazoyu seçtim. Erevan, Halepçe nakışlı!
Her evden uzaklaştığımda, arkadaşım David'e," aman, diğer kaktüsleri boş ver, ama Hrant'a iyi bak", diye tembihlerim. Artık alıştı, benim yokluğumda, Hrant'ı, kendi evine alıyor.
Memleket demek, bayrak, millet demek değil elbette benim gibi düşünen insanlar için. Ama, bir kokudur memleket, Balat, Fener, Tarlabaşındaki, sokaklarda oynayan çocukların seslerine karışmış bir koku. Pencerelerden, patlıcan, biber, sarımsak kokuları dolar sokağa.
Bir göçmen, herşeyi unutur ama, türküleri ve yemek tatlarını unutmaz.
Zaman geçtikçe bu çocuk sesleri gittikçe uzaklaşır...Ve birgün dönersin o sokaklara ama, hiçbir iz bırakmamışlardır senden kalan.

Bir kaktüsüm var, adı Hrant: Gittikçe büyüyor, yeni filizler de verdi. Daha da büyüyecek. Kaktüs, dayanıklı bir çiçektir. Her koşulda yaşar, tıpkı göçmenler gibi. İlk bakışta albenisi yoktur; kendini hemen ele vermez...
Ama, bir çiçek açtımı tam açar:
Kimsenin gücü yetmez kaktüs çiçeğini koparmaya.
Dikenleri serttir çünkü, hemen tanır kıyıcı elleri.
Her özgürlükcünün bir kaktüsü olmalı!
Adı Hrant olmalı, İsyan olmalı, Deniz olmalı, Yusuf olmalı, Voltairine de Cleyre olmalı, Sylvia olmalı Emma olmalı, Durruti olmalı, Mahno olmalı, GÜLER ZERE olmalı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder