Sayfalar

Entelektüel Kibir ve Püritanizm

Geçen gece ay ışığında dolunayı seyretmekten dönerken, bir araba durdu önümde. Oysa bu küçük köyde,lLimanla, benim kaldığım köy yolu ıssızdır. Yürüyerek yarım saate gidilir. Çoğunu tanırım buradakilerin. "Tercüman Kadın" derler bana.
Önce arabaya binip binmemekte tereddüt ettim. Fakat, öyle samimi, öyle yalın bir davetti ki, dayanamadım. Meğer beni hep görürmüş yürürken bu  gece rastladığım arkadaş. Türkçeyi nerede öğrendiğimi sordu, birlikte güldük. "Yerli" , sosyete kadınlar olsa, beni terslerdi ",dedi.
Birlikte biraları doldurduk arabaya, Liimana indik tekrar. Limandaki her yer kapanmıştı. Sahile inmeye karar verdik.
Yürürken, yine burada kalan, çok eski bir dosta rastladım. Kendisi, şiir yazar, resim yapar. Yabancı dil bilir. Beni bu balıkçıyla görünce şaşırdı. Biraz oturduk ama, küçümsemesini öyle belli etti ki...
Sonra biz kalktık, denize ayaklarımızı sokacağımız bir yere yürüdük.
"Geceki Yabancı" adını vereceğim bu arkadaşa. O  bana, buraları anlattı; çocukluğunu, yerli yabancı turist gelmeden, nasıl olduğunu insan ilişkilerinin ve doğanın. Dışardan gelenlerin, "yerlileri" sevmediğini, oysa onların aç gözlü olduğunu, vurguladı. "Biz, denizle büyüdük, denizin kıymetini biliriz, bir pet şişesi atmayız, kirletmeyiz", dedi içi yanarak.
Balıkçılığı da bırakmış, bir balıkla göz göze gelmiş ve vuramamış. O gün karar vermiş  balık avlamamaya.
Saatlerce konuştuk. Benden hiçbir beklentisi yoktu onu önemsemem dışında.
"Limandaki entel dostun beni küçümsedi. Ben de onu tanırım yıllardır. Bir gecelik, Kürt olurlar, köylü olurlar zevkleri hatırına, ilkesizdirler, ondan sonra biter. Bizden bilgili olduklarını sanıyorlar güya..." Sesinde öyle bir içerleme ve sitem vardı ki, içim sızladı. Hiç yorum yapmadım. Oysa biliyordum bu entel-gay arkadaşımın, okumamış, işçi , Kürt bir sevgilisi olduğunu. Kimselere tanıştırmak istemediğini. Ve benim bu balıkçıyla sohbet etmemi dahi küçümseyen kibirine de güldüm...
Gün ışığını beraber karşıladık Geceki Yabancı arkadaşımla. Yıldızları, doğayı çok iyi tanıyordu. Referandumdan da söz ettik. O da ne evet ne hayır diyecekmiş. Anarşizmin A'sını duymamış, ben de söz etmedim. Ama, benden iyi bildiğini hissettim. En ufak imada bulunmadı  beni sırf kadın olduğum için istediğine dair. Benimle, insanca ilişki kurdu, sıcacık, çıkarsız. Herşey konuştuk. Yıldızlar bakakaldı bu dostluğa...!
  Öyle sevinçle döndüm ki eve!...

Kim demiş yıldızlar yalnız diye?

gökyüzü değil sadece, dağların dorukları da yıldız yüklüydü.bütün gece bekledim gelsinler, birlikte uçalım diye. saatlerce bakıştık, önce birbirimizin sabrını deneyerek. sonra göz göze geldik, o alçaldı biraz, ben yükseldim buluşma noktasına,  derken havalandık.. bazen dağlara doğru yol aldık, bazen denize doğru, açıklara, karşıki yasak adaya...kimseler görmedi, mazlum'la, şımarık dışında.şımarık, yan taraftaki komşunun köpeği. mazlum da, dağın eteğindeki, köylünün eşeği.ben gök yüzüne asıldıkca, endişelenip havluyor şımarık, sonunda anlayıpı, sessizce beni izledi.
her dostum için bir yıldız tuttum, kendime de...yıldızımı,ha geldi ha gelecek diye beklerken, aniden fırladı fişek gibi diğer yıldız kümesinin içinden arkasında alevler saçarak deniz tarafına doğru. arkasından bakakaldım...! küme halinde gezenlerin ışıkları kırmızı, daha ağırlar. bir ara iyice yaklaştılar bana doğru, birden ürktüm ve içimden, "sakın beni almaya geliyor olmasın bunlar", diye de geçirmedim değil!...
ressam yeteneğim olsa bu tabloyu çizerdim. şöyle bir hayal edin: gökyüzüne asılmış bir kadın, bir yanında, uzun, karamel renginde tüyleri olan bir köpek, diğer yanında, koca siyah gözleriyle, melul -mazlum bakan bir eşek.sevinçten kalbim duracak sandım bir an!...
koydaki teknelerin çiğ parlak ışıkları yandı söndü...
etrafıma bakındım tedirginlikle,  biziz sadece, bir de hışırtıyla kıyıyı döven dalgaların şehvetli sesi.kimbilir kaç deniz kızı sevişiyor koynunda şimdi...bir süre dinledim dalgaları, ılık bir rüzgar saçlarımı okşadı sessizce, derin derin nefes aldım, kalbim hızla çarpmaya başladı heyecandan, dinledim, sadece dinledim denizin sesinine karıştı adımlarım...
kimseler görsün, dokunsun  istemiyorum bu güzelliğe, yoksa gecenin tüm büyüsü bozuldu bozulacak!
gece hırsızları değil beni korkutan, çift kişilik yataklarda  kavuşmayı bekleyen  sevgisiz  bedenler...

koynumda yıldızlar ve hayallerim, el değmemiş sabahlara doğru yol alıyoruz gizlice...

13 Ağustos 2010

AŞK HALA TUTSAK ERKEK ELLERDE

PAGAN KADINLAR, AŞK''tan çok düşlerinin peşindedirler; aşka inanmadıklarından değil, hiç değil. Ve  Nerudalarla, Lorcalarla, Sylvia Platlarla buluşmaları bundandır geceleri gizli gizli. Çünkü AŞK hala tutsak erkek ellerde...Exile!

BU GECE EN HÜZÜNLÜ ŞİİRLERİ YAZABİLİRİM

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim

Şöyle diyebilirim: "Gece yıldızlardaydı
Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler"

Gökte gece yelinin söylediği türküler

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Hem sevdim, hem sevildim ya da o böyle söyler


Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım
Öptüm onu öptüm de üstünde sonsuz gökler

Hem sevdim, hem sevildim, ya da ben öyle derim
Sevmeden durulmayan iri, durgun bakışlı gözler
Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Duymak yitirdiğimi, ah daha neler neler

Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi
Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler

Sevgim onu alıkoymaya yetmediyse ne çıkar
Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler

Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere
Uzaklarda birinin söylediği türküler

Bakışlarım kovalar onu tellim her yerde
Bakışlar sanki onu bana getirecekler

Böyle gecelerdeydi ağaçlar beyaz olur
Artık ne ben öyleyim ne de eski geceler

Sesim arar rüzgârı ona ulaşmak için
Şimdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler

Şimdi kimbilir kimin benim olduğu gib
iSesi, aydınlık teni, sonsuz uzayan gözler

Sevmiyorum doğrudur, yürek bu hâlâ sever
Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer

Bu gece gibi miydi kollarıma almıştım
Yüreğimde bir burgu ah onu yitirmeler

Budur bana verdiği acıların en sonuS
ondur bu onun için yazacağım dizeler

PABLO NERUDA
Türkçesi: Hilmi YAVUZ

Anarşizm ve Şiddet


Anarşizm ve Şiddet

24 Temmuz 2010 Cumartesi, 15:49 tarihinde Emma Goldman tarafından eklendi
Anarşizm, şiddetin karşısında, özellikle, global kapitalizmin sistemleştirip, içselleştirdiği ve "benimsettiği" şiddetin karşısında BARIŞ'ı savunur. Hele hele bugünkü devletlerin uyguladığı her çeşit şiddetin karşısına, (tüketim şiddeti de dahil) alternatif politikalarıyla, şiddetsiz, daha az tüketim ve çalışmayla, karşılıklı dayanışmayı esas alan yaşam örnekleri sunar.
Amerika, Batı devletleri ve diğerleri de dahil olmak üzere, tüm devletlerin, ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel politikaları, temsil ettikleri sınıfın lehine, yoksulların aleyhinedir.
Ortada bir pasta vardır ama bu pastadan payını, sanıldığı gibi, Batının ezilen sınıfı değil, egemen sıınıfları yararlanır. Bu bakımdan, yeryüzünün yoksullarının kaderi ortaktır. Paris sokaklarında başlayan bir isyanın, İstanbul sokaklarındaki isyanla rengi ve sesi aynıdır. Ortak bir mücadelenin parçaları hem de bütünüdür bu farklı yerlerdeki direnişler. Ezilenlerin, "Avrupalısı, "yerlisi" , "Amerkalısı", "Almanı", "Türkü" yoktur.
Kapitalizmin yarattıığı ekolojik, kültürel, ekonomik şiddetine karşı durmak için, şiddeti, şiddetle karşılamayı değil, şiddetin barınamayacağı, yeniden yeniden üretilemeyeceği oluşumlara ihtiyaç vardır.
Kapitalist sistem kötüdür ama bu sistemin içinde herkes vardır. Dolayısıyla, sistemi değiştirmeye, kendi küçük dünyalarımızdan başlamak zorunluluktur. Sistemi suçlayıp, zaman zaman (1 Mayıs gibi günlerde) ibadet edercesine meydanlara koşmak yeterli midir? Elbette ki değildir. Böyle şeylerin yapılmasına itirazım yok ama, bu tür şaşahalı olayların ateşi çabuk söner. Bunların dışında, toplumsal dönüşüm için, gerçekten kalıcı, günlük yaşamımızı da içine alan, anarşist düşünce ve politikaların yaşama geçirilmesidir.

Geçen Ekim ayında, Direnistanbul çok güzel, övgüyü hak eden pratikler sergiledi günlerce. Balat, Tozkoparan ve buna benzer mahallere uzanan bir direniş festivaliydi bu. Keza, Keredeniz İsyanda, Mersin Anti Nükleer Festivali gibi oluşumları da saymak yerinde olacak. Buralarda mücadele veren, evsizilerin, susuzların, tarlası -bahçesi ve köyü yıkılanların, işten atılan mazlumların bir parçasıyız.. Kimseye önderlik etmek gibi bir düşüncemiz olamaz, olanlarla da mücadele ederiz. "Biz" sadece, bu kalabalık mazlum çoğunluğun bir parçasıyız.

Sistemin yıkıcılığını görmek için de anarşist, solcu vb olmak gerekmez. Yığınlarca insan bunun farkında ve bilincindedir. Çoğunun,"kaderdir ne yapsa yeridir", diye mırıldandığını duyar gibiyim. Fakat, insanları sokağa taşımayan, duyarsızlıkları değil, gerçekten bir umudu ateşleyecek mücadele örnekleri göremediklerindendir. SonTekel İşçileri mücadelesini burada olumlu bir örnek olarak anmakta yarar var.Hem işciler, hem dayanışma gruplarının gösterdiği pratik açısından. Artık birşeyler eskisi gibi değil sanki. İnsanlar direniyor!

Bugüne kadar yaşanan devrimci pratikler hep yenilgiyle sonuçlanmıştır. Bunların detaylarına girmek, bu yazının sınırlarını aşar. Yalnız şu kadarına değinmekte yarar var:
1936 İspanya Devriminin esas yenilgisi, devrimi erteleyip, faşizmle savaşı esas almasıdır. Halbuki, savaşmak için savaş değil, devrim için savaş olmalıydı. Ancak ve ancak bu yöneliş, devrime katılan yığınların ruh ve bedenini sağlam tutabilirdi.
Kim ne derse desin, barış, savaştan güçlüdür. Barış'ın ANARŞİSİNİ yaratmak pasifizim değildir. Varolan topluma alternatif olarak, yaşamın her alanını kapsayan yaşam deneyimleri neden olmasın? Örneğin, Mimari de dahil, cocuk bakımı, aşk hayatımız, ev işleri, sosyal ilişkiler, iş yaşamı, sistemi yıkmak kadar anarşist politikaların içindedir, olmak zorundadır. Sistem de bunları, bizim adımıza örgütleyerek ayakta durmuyor mu?


Anarşi bir dönem yaşanan öğrenci hobisi değil, yaşamın kendisidir. Örgütlenmeyi önemser. Hiyerarşik örgütlenme va kurumlara karşı olması demek, örgütlenmeyi reddediyor anlamına gelmemektedir. Yukarıdan dayatılan disiplin değil, öz disiplini geliştirmeyi önemser.Var olan, yazılı yazısız yasa ve kurallarla değil, anarşist etik ve sorumlulukla davranmayı esas alır. Ve bir anarşist, toplumu değiştirmeden önce, kendisini değiştirmeyi esas almalıdır. Bu, uzun bir yolculuktur; her aşamada başkalarıyla, karşılıklı öğrenerek, deneyerek yürünecektir.
Anarşinin, mor ve pembe renkleri de vardır. Cinsiyetçiliğe, gay-lesbiyen, biseksüel, transeksüel ayrımına izin vermez. Irkçılığın, milliyetciliğin olduğu gibi, yaşlılara, çocuklara, hayvanlara, doğaya karşı ayrımcılığın, dışlamanın da karşısındadır.
Şimdilik aklıma gelen ve görebildiğim şeyler bunlar. Eminim, bunları paylaşarak daha iyisini yazmak mümkün. Önemli de değil. Ben sadece anladığım kadarıyla anarşiyi anlatmaya çalıştım.
Mücadele alanları belli. Önemli olan, bunların pratiğe geçirilmesidir. Bu toplumda olmaz diye birşey yok. Bugün olmazsa yarın hiç olmayacaktır.Unutmayalım ki, "küçük" "küçük" mücadele ve isyanların toplamıdır devrim. Olmadık bir sabah uyandığımızda yaşayacağımız ütopya hiç değildir.
Haydi öyleyse, sokak ve mahaller bizim, onları geri istiyoruz!
E

Dans edemediğim bir devrim, devrim değildir


1 Mayıs kapıda, hepimiz bir başka türlü dans etmeye hazırlanıyoruz. Emma Goldman’ın kısaca ifade ettiği bu cümle, her türlü dogmayı yerle bir ederek, anarşist pratiğe vurgu yapıyor. Yaşamın kendisini, her türlü soyut dogma ve prensiplerden üstün görüyor. Yaşayan anarşizm diyebiliriz buna.

Çoğunuz bilmese de, ben uzun yıllardır “dışarıda” yaşayan bir anarşistim. Bu kimliğimin yanında, başka kimliklerim de var ama siyasi kimliğim bu. Gerekli olmayan durumlar dışında öne çıkarmayı sevmem bu kimliğimi. Yeri geldiğinde de gururla taşırım. Taşımak zorunda olmayacağım günlerin özlemini belirtmeme gerek yok sanırım.

Dünyanın hemen hemen her yerinde, belli dönemler hariç (İspanya 1936) anarşistler hakkında çok olumlu şeyler duymayız. Hele hele Türkiye’de, geleneksel medya, bu sıfatı yerli yersiz küfür gibi işler.

Peki “biz” kendimize nereden ve nasıl bakıyoruz acaba?

Ben, kendi adıma cevaplandıracağım bu soruyu. Bana kalırsa, biraz fazla cimriyiz olumlu yanlarımızı öne çıkarmakta.

Sayıca belki azınlığız, belki... Ama, çoğunluğun bir parçasıyız. Örneğin, “cumartesi anneleri”, “kardeşime dokunma kampanyası”, “biz erkek değiliz grubu”, sevgili Pınar Selek’in de bizzat içinde bulunduğu, sokak çocukları oluşumu gibi...

Çoğumuz doğrudan devlet ve kurumlarının şiddetini yaşamış, çoğumuz da dolaylı. Çoğu arkadaşımız, anarşizme, vicdani red boyutunda katkıda bulunmuştur. Genel olarak, yukarda saydığım kampanya ve muhalif grup ve oluşumlara destek veren bir toplumuz. Bu tutumlarımızdan dolayı, ekonomik haklarımız kısıtlanıyor, toplumsal yaşamımız felç oluyor, elbette kişisel hak ve özgürlüklerimiz bağlamında, siyasi iktidarların hedefiyiz, şöyle ya da böyle.

Müttefiklerimiz hep unpopülar kesimler. Savaş karşıtıyız. Geyiz, lesbiyeniz, transgenderız, eşcinseliz, orospuyuz, Kürdüz, Ermeniyiz vb.. İşsiziz, işten atılmışız, ev kadınıyız...

Şu günlerde toplumdaki güçler dengesine baktığımız zaman iki kutup var: Ak Parti ve taraftarları bir yanda, Ulusalcılar-Ergenekoncular diğer yanda.

İki yüzlü siyaset de bu iki kutup arasında cereyan etmekte. Geleneksel medya da bu iki güç arasında rol oynuyor. Televizyon, radyo da dahil, her gün, hangi önemli bilim kadını/adamının evi arandı, tutuklandı, nereye baskın yapıldı yaygarası yapılmakta. Doğrudur bu baskınlar ve aramalar. Hiçbirini onaylamıyorum. Düşmanım da olsa herhangi birine işkence yapılmasına karşı çıkarım. Anarşist olmam gerekmez bunlara karşı çıkmam için. İnsan hakları bağlamında, yine savunurum kişisel hak ve özgürlükleri.

Ama konu bu değil. Anarşistler, reelpolitika arenasının içinde mi kalmalı, dışında mı? Elbetteki dışında kalmalıyız. Bu kalış, bir nemelazımcılık değildir.

Başta da belirttiğim gibi, bizim taraf olduğumuz toplum kesimleri bellidir. Bu topraklarda, adına kemalist, milliyetçi, ulusalcı diyen taraf da, islamcı-liberal diyen taraf da yıllardır masum insanların kanını dökmektedir. Haftada bir nefret cinayeti işlenmektedir. Binlerce insan kayıptır. Binlerce insan, savaşı, militarizmi reddettiği için yaşamıni zar zor sürdürmektedir. Yığınla insan işsizdir, işten kovulmuştır. İşte “biz” bu geniş muhalefetin bir parçasıyız.


Bizlerin “mağduriyeti”, kaybı, genel medya haberlerinde geçmez. Bu “sessizler” çoğunluğunun bir parçası olarak anarşistler, seslerini, kendi güçleri oranında, ezilen çoğunluğun bir parçası olarak duyurma çabasındadır bana göre. Doğrusu da budur zaten.

Hangi tür iktidar olursa olsun, onun ordusundan, polisinden medet ummak, ona çağrı yapmak, anarşizme yabancıdır, bağdaşmaz. Diğer yandan, bu iki güç arasındaki çatışmada , şu sıra hedef alınan güçleri de “mazlum” göremeyiz. Reel politik arenadaki, hiç bir siyasi gücün tarafı değiliz. Bu dengelere göre de politika üretmemeliyiz.

Tam tersine, hak ve özgürlükleri savunmanın, işkenceye, kovuşturmaya, soruşturmaya karşı gelmenin yolu, yukarıda sözünü ettiğim tabanla birleşip, özgürlük ateşini onlarla birlikte alevlendirmektir. Bugünlerde daha bir gözümüze kakılan (oysa yıllardır hep bize yapılır durur) şiddetin elbette karşısındayız. Bununla mücadele etmek zorundayız.

Anarşistler, hiçbir siyasi güç ve kurumun silahşörlüğünü hiçbir şekilde yapamazlar. Toplumsal muhalefetin, toplumsal devrimin yolu da, siyasi iktidarı hedef alarak politika üretmekten değil, toplumsal muhalefetin içinde organik bağlar oluşturmaktan geçer.

Sırası gelmişken Britanya’dan da bir iki örnek vermek istiyorum. Bu örnekler tamamen benim yaşadığım deneyimlerle ilgilidir.

Biliyorsunuz, son G20 olaylarında 1 kişi öldürüldü polis tarafından. Polisin neden olduğu başka öldürme ve yaralama olayları da var.

Polis şiddetine karşı bir gösteri düzenlemeyi planlıyoruz 1 Mayıs’a paralel bir eylem olarak.

Ayrıca, büyük bir çoğunluk, şu sıralar Ford işçilerini destekleme grubuyla çalışmakta.

Kuzey Londra’da, 1 Nisan 2009 tarihinde, işçiler fabrikayı işgal ettiler. Çoğu 30-40 yıldır Ford lastik fabrikasında çalışıyor. Ve patron kendilerine 1 saat önce bildiriyor atıldıklarını. Asgari ücretle yeni işçiler almak için tabii.

Sendikanın uyuz politikasına rağmen, işçiler fabrikayı işgal ettiler. 9 gün sonra, polis gelmeden çıkmak zorunda kaldılar ama fabrikanın önünde direniş devam ediyor üç haftadır. Belfast Ford işçileri de işgalde. Almanya-Münih (40.000 işçi) işgale destek verdi. Biz, bir kesim anarşist de, işçilerle dayanışma grubundayız. Yardım geceleri düzenliyoruz. Vardiyalı nöbet tutuyoruz fabrika önünde, mücadeleyi yayma toplantıları düzenliyoruz vb.

Bu örneği şundan verdim. Burada hangi anarşiste sorarsan sor, İngiltere genel siyasetinde neler oluyor, pek az bilgi alabilirsin. Çoğumuz, milletvekillerinin adını bilmeyiz. Labour Parti,- İktidardaki İşçi Partisi ile ana muhalefet partisi Torylerin arasındaki çekişmeleri de pek fazla dikkate almayız.

Ama anti-terör yasaları, kimlik kartı- zorunlu uygulaması, evsizler mücadelesi gibi oluşumların bir parçası ve tarafıyız.

Mart ayında İstanbul’da, birkaç eylemde bulundum. Cihangir’de , “kardeşime dokunma” çerçevesinde şenlikli bir havada bildiri dağıttık. Ve gördüm ki, hiçbirimiz “konformist” değiliz. Böyle bir eleştiriyi hak etmiyoruz genel olarak. Gücümüz, imkânımız oranında mücadele ediyoruz. Ayrıca, genel olarak şiddete, cinsel, duygusal tacize karşı atölye çalışmaları başlatmanız takdir edilmeyecek gibi değildi.

Dans etmesini biz çok iyi biliyoruz. Ben kısaca özetlemeye çalıştım ama... benim anlattığımdan daha iyi dans ediyoruz sanki!

E

29 Nisan 2009

Milliyetçilik: Cinsiyet ve Irk-Nationalism: Sexuality and Race

“They cannot represent themselves; they must be represented.”.
(Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte)

Milliyetçilik üzerine sayısız incelemenin çoğu, onun siyasi ve ideolojik yönü üzerine yoğunlaşmıştır. Bu yaklaşımda, erkek bakış açısının toplumsal cinsiyete gereken önemi vermeyişinin de payı olsa gerek.
Ben bu yazıda daha çok, biyolojik, sosyo-tarihsel ve kültürel gelişmelere, buna bağlı olarak milliyetçiliğin ırkçı ve cinsiyetçi, yani toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan yönüne vurgu yapmak istiyorum. Bu vurguyu yaparken, ağırlıklı olarak ulus ve ulusun inşası süreçlerinde kadınların toplumsal cinsiyeti üzerine inşa edilen siyasetlere yer vereceğim. Bu yaklaşımımın nedeni, bir kadın olarak yaşadığım ve algıladığım, okuduğum bilgi ve deneyimler sonucunda milliyetçi taşkınlığın ve genel olarak militarizmin, ağırlıklı olarak erkeklerin deneyim ve ustalığı alanına girdiğini düşünüyor olmamdır. Cynthia H.Enleo’nun sözleriyle özetlersek: “Milliyetçilik tipik olarak erkekleştirilmiş hafızadan, umutlardan doğmuştur.”
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, yaşanılan tarihi dönemin sosyo-ekonomik, siyasi ve etnik yapısından ayrı düşünülemez. Örneğin, bugünün Britanya’sında, tek bir kadınlık durumundan söz edebilir miyiz? Konuya daha sonra da değineceğim gibi, siyah kadınlara biçilen kadınlık durumuyla, beyaz kadınlarınki farklıdır.
18 ve 19. yüzyıl sömürgeci Avrupa tarihi, hemen hemen her alanda kadınlara uygulanan ayrımcı ve cinsiyetçi siyaset ve anlayışların hakim olduğu bir dönemi kapsar. Kadınların, cins olarak, ekonomik, sosyal ve politik alandan, esas olarak toplumsal alandan dışlandıkları bir dönemdir bu.
O günkü orta-sınıf, beyaz heteroseksüel, maskülin erkek kimliği sömürgeci Batı’yı temsil ederken, edilgen, ikincil, feminin kadın kimliği de Doğu’yu temsil eder. Bu perspektiften baktığımızda feminin ve maskülin kadın ve erkek normlarının daha iyi anlaşılacağı kanısındayım. Bir başka deyişle, toplumsal egemenlik ilişkilerine göre belirlenen toplumsal cinsiyetin oluşturulması sürecinde, sömürgelerde uygulanan ırkçı politikalarla, içte kadınlara uygulanan cinsiyetçi, sosyo-politik, ekonomik ve biyolojik ayrımcılığın arasında derin bir bağ vardır.
19. yüzyılın cinsiyetçi erkek anlayışına göre, kadınlar fiziksel ve ruhsal olarak zayıf ve kırılgandır. Dolayısıyla, erkeklere ait alanlardan uzak kalmalı, geleceğin nesillerini yetiştirmeli ve ulusun, ailenin onurunu temsil etmelidir. Oysa o günün Britanya’sında, işçi sınıfından kadınların yaşadığı gerçeklik, orta sınıf kadınlara biçilen rolden çok farklıdır. On binlerce işçi kadın ev içi hizmet sektöründe ağır koşullarda çalışmaktadır.
Kadınlar doğaları gereği “zayıf, duygusal, irrasyonel” oldukları için, politika ve eğitim de dahil, akıl, irade gücü ve yetenek gerektiren kamusal yaşamdan genelde dışlanmışlardır. Ayrıca, maddi ve manevi güç gerektiren bu tür alanlarda kadınlar erkeklerle boy ölçüşmeye kalktıkları takdirde, “kadınlık cazibelerinin” yok olacağı endişesi de vardır bu cinsiyetçi zihniyetin arkasında. “Bilimsel” verilerle de desteklenir bu yaratılan pasif kadınlık durumu.
Sanayi devrimi ve onun getirdiği sosyal, ekonomik gelişmeler sonucunda, erkeklerle aynı iş kollarında daha az ücretle çalışan kadınlar aynı sendikal haklardan ve eğitim olanaklarından yararlanmak isteyince, karşılarında hep, sistemin cinsiyetçi ideolojisiyle beslenen ayrımcı anlayışları bulmuşlardır.
Kadınların hak talepleri üzerine yürütülen tartışmalar sırasında, birçok ünlü yazar, sendikacı, düşünür, kadınlar aleyhinde tavır koymuştur. Bugünkü Labour Party-İşçi Partisi’nin esinlendiği, düşünür, yazar, eleştirmen, Oxfordlı J. Ruskin, “yasa yapıcısı” olarak erkeklerin, kadınları, günah ve tehlikelerden koruduklarını iddia etmiştir. Ruskin, edebiyat, tarih, sosyoloji ve mimari konularında ne kadar derinse, o günkü beyaz-Viktoryan İngiltere’sinin, ırkçı, cinsiyetci ve sömürgeci siyasi ve kültürel anlayışları çerçevesinde de o kadar sığdır.
O dönemin Britanya İmparatorluğu’nun sömürgeci ve ırkçı politikalarıyla, içerde, kadınlara uygulanan, cinsiyetçi politikalar arasındaki paralelliğe gelince.
Korumacılık ve “esirgeme” adı altında uygulanan bu politika ve anlayışların arkasında, kadınları ve kolonileri sömürme ve idare etme, yani hakimiyet düşüncesi yatmaktadır. Batılı beyaz erkek, kadınlar konusunda olduğu gibi, sömürgeler konusunda da benzeri söylemleri ileri sürmüştür. Afrikalılar, Malezyalılar, Hintliler vb. doğaları gereği, akıl ve bilgi gerektirecek işleri yapacak kapasitede değildir. Yaratıcı duyu ve yetenekleri gelişmemiştir. Siyaset biliminden anlamazlar. Medeniyete ulaşmaları için, Batılı adamın “kurtarıcı”lığına ve “koruyucu”luğuna muhtaçtırlar.
Aynı dönemde, Fransız yazar ve politikacı, Alphonse de Martine, Osmanlı topraklarını ziyaretinden sonra, söyle yazmıştır: “Başıbozuk milletler topluluğu...Yönetici, yasa, güvenlik yok... Batının işgalini bekliyor sabırsızlıkla sığınmak için...”
Bu mantığa göre, bir tarafta rasyonel ve maskülin olanı temsil eden Batı, diğer tarafta ise, irrasyonel, feminin, ikincil olan Kuzey Afrikalılar, Orta Doğulular ve kadınlardan oluşan ve “kurtarılmayı” bekleyen “ötekiler” dünyası vardır.
Batılı emperyalist sömürge kültüründe ( bu kültürün yaratıcılarının hemen hemen hepsi erkektir) ressam, yazar ve gezginlerin iştahını kabartan konulardan birisidir ötekilerin cinselliği. Bu “Orient” dünya, genellikle, harem ve gizemli peçeli kadın imgeleriyle karakterize edilir. İrrasyonel ve aşırı duygusal, anlaşılması zor, iletişim kurulamayan bu dünyaya karşı aşağılamanın yanında, gizli bir hayranlık da vardır. Ama bu kadar. Bu gizli hayranlığın ötesinde, içte kadınlara karşı uyguladıkları cinsiyetçi önyargıları, oryantal ötekiler dünyasına da, üstelik bu kez sömürgeci bir horgörüyü de ekleyerek uygularlar. Ötekilerin de toplumsal cinsiyeti, edilgenliği temsil eden kadındır.
Yazılı, sözlü ve görsel sanatların birçoğunda, bu konu sıklıkla işlenmiştir. Flaubert, Kızıl Deniz’de nasıl zevkle yüzdüğünü anlatırken, “...sanki binlerce sütlü memenin üstünde yatıyor gibiydim...” ifadesini kullanır.
Burton’un “Thousand and One Nights” adlı eseri, pornografik imajlarla doludur. ‘Oriental’, cinsel ihtirası, gizemi ve anlaşılmamayı simgelediği kadar, öteki olmanın da ifadesidir. O günkü Avrupa kültüründe, şu terimler, belli cinsel çağrışımlar için kullanılır: seraglio figure, Turkish beatuties ( kadın kalçaları) Asiatic ideas (cinsel ihtiras).
Bu yapıtların çoğu, kulaktan dolma bilgilerle, çeşitli cinsel fantaziler üretir. Örneğin, Cezayirli bir dansçı kızın, tüm “Orient” dünyayı sembolize eden erotik bir yıldız olarak işlenmesi gibi. Çoğumuzun malumu olduğu üzere, bu “sanat eseri” tablolarda, yarı çıplak harem kadınları birbirleriyle sarmaş dolaş eğlenirken, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, siyah bir harem ağası onlara gözcülük ederken resmedilir. Kısacası, bu iç gıcıklayıcı oryantalizm, sırf cinsel fantazileri beslemek için kullanılmaz, öteki’nin karşısındaki Batılı kimliği (erkek kimliği) oluşturmak, onu sınamak ve pekiştirmek için de kullanılır. Peçenin arkasındaki ne olduğu belirsiz Kuzey Afrikalı, Mısırlı ya da İstanbullu gizemli bir “yaratığı” keşfetmek, ona sahip olmak ihtirasıyla, yeni bir sömürgeyi keşfetmek ve sahip olmak arzusu arasında bir bağlantı olduğu açıktır.
Elbette bugünkü toplum yapısında, kadın ve erkek kimliklerinin aynı olması beklenemez. Çünkü, her dönemin ve her toplumsal yapının farklı sosyo-ekonomik ve siyasi koşulları vardır. Kadın ve erkeklik kimlikleri de bu yapının içinde şekillenir.
Ne var ki, sömürgeci, yayılmacı ve militarist anlayışların pek fazla değişmediğini, hatta yüz yıl arayla da olsa benzeri siyasetleri uyguladığını söyleyebiliriz. Son Afganistan ve Irak işgallerinde eski milliyetçi ve ırkçı politikaların tekrarlandığına tanık olduk. Afganlı ve Iraklı ötekilere “demokrasi” ve “refah” taşıyan ve Afganlı kadınları dini bağnazlığın elinden kurtarıp özgürleştirdiğini iddia eden aynı saldırgan, milliyetçi, cinsiyetçi anlayış değil midir... “Kurtarıcı” erkek, sonunda “kurtardığı” kadının sahibi olur. Umberto Eco, ilk Körfez Savaşını, ereksiyon olmuş bir penisle tasvir ederken aynı gerçeği ironik bir şekilde vurgulamıştı.
Milliyetçi ideoloji, kadınları, ulusun oluşum ve gelişim süreçlerinde kullandığı gibi, toplumun militarizasyon sürecinde de kullanır. Hepimizin sıklıkla işittiğimiz, günlük hayatımızda öylesine kullandığımız terimlerdir anavatan, toprak ana ve yavru vatan. Namusunun ve şerefinin korunması gereklidir anavatanın! Tıpkı kadın gibi. Bu anavatanı koruyacak olanlar da, esasen ulusu temsil eden erkek milletidir. Erkek, vatanı savunan askerle özdeştir. Paul Theroux bu durumu şöyle ifade ediyor: “‘Erkek gibi davran’ ifadesi bana bir küfür gibi geliyor. Bu ifade, ‘aptal ol, duygusuz ol, itaatkâr ol, asker ol ve düşünme!’ anlamına geliyor.”
Şaşırtıcıdır ki, bunca kutsanan anavatan, yeri geldiğinde yerle bir edilir. Vatanı korumak ve parçalatmamak adına Kürt köyleri yakılıp viran edilebilir. Aynı, namus cinayetlerine kurban edilen kadınlar gibi, “uğruna feda olunan” topraklar insansızlaştırılır, yaşama alanı olmaktan çıkarılır. Ağızlarını açtıklarında vatanseverlikten dem vuranların sıkıya düştüklerinde yaptıkları ilk şey, istilacı ile işbirliği yapmak ya da ülkenin kapılarını istilacıya açmaktır. Aynı, namustan fazla söz edenlerin sıkıştıklarında karılarını sokağa attıkları gibi. Orduların gerçek görevi, vatanı savunmak değil, içerde halkları bastırmaktır. Tarihte yabancı istilasına karşı direnen ordu örneği çok azdır. Hitler, Fransa başta olmak üzere Avrupa ordularını birer ikişer günde bertaraf etmiştir.
Diğer yandan, ulusal kurtuluş hareketleri de, kadınların geniş katılımına ihtiyaç duyduğu için bir yandan kadını yüceltirken, bir yandan da onlara erkek imajı kazandırmaya özen gösterir. Cezayir, Sri Lanka ve PKK de dahil, ulusal hareketlerin içinde, cephede ve cephe gerisinde yer alan çok sayıda kadın vardır. Bu kadınlar, ellerindeki silahla ve aldıkları “sorumluluklarla” erkeklerden farksız bir biçimde tasvir edilirler.
Yine de kadınların toplum içinde inisiyatif almalarını sağlayan bir yanı vardır ulusal mücadelelerin. Oy hakkı elde etmek, eğitim ve çalışma hayatı ve siyasette bir ölçüde yer almak. Örneğin İngiltere’de kadınların oy hakkını elde etmeleri ancak 1. Dünya Savaşı sonunda, erkeklerden çok sonra olmuştur. Yakın geçmişte uluslaşan ülkelerde kadınlar erkeklerle aynı zamanda oy hakkını elde etmiştir. Bu, onlara eşit vatandaş haklarını kazandırmasa da, objektif durum budur. Ne var ki, ulusal mücadelede erkekleşerek belli ölçüde inisiyatif ve özgürlük kazanan kadının doğurganlığı kısa sürede yeniden ön plana çıkartılır. Musa Anter, Kürt kadınını şöyle tanımlar: “Kürt kadını kocasının karısı, çocuklarının annesi ve de toplumdaki ekonomik ilişkilerin canlı bir ortakçısıdır (...) Kürt kadınına kaç çocuğun var diye sorulduğunda, sayının 5-6’dan aşağı olması, şerefli bir kadın için aşağılayıcı bir durumdur.”
Kadınların cinselliği üzerinden yapılan “milli tasarruflar”, sadece savaş ve toplumun militarizasyonu dönemlerini kapsamıyor. Aşağıda göreceğimiz gibi, nüfus ve aile planlaması adı altında sınıfsal bir boyutu da içinde barındırıyor.
1990’ların sonunda, Brezilya’da, gecekondu mahallelerinde, kadınların rahmi zorla alınarak kısırlaştırma yoluna gidilmiştir. Bu proje, Dünya Bankası fonlarıyla desteklenmiştir. Kısırlaştırılan birçok kadına, rahimleri alınacağı ve ömür boyu çocuk doğuramayacakları söylenmemiştir. Birçok kadın bu operasyonlar sırasında sakatlanmıştır. Kadınların kısırlaştırılmasına harcanacak fonlar, pekâlâ o gecekondu mahallelerinin su, elektrik, yol gibi temel ihtiyaçlarına, yoksul halkın yaşam standartlarının yükseltilmesine harcanabilirdi. Oysa Brezilya Devleti, yoksulluğu yok etmek yerine, kadınların doğurganlığını yok etme yoluna gitmiştir.
1990’lı yıllarda, Britanya’da, depo provera, artık sağlığa zararlı olduğu bilinmesine rağmen, bir doğum kontrol metodu olarak siyah ve göçmen kadınlara verilmekteydi. İsrail, Filistinli kadınlar üzerinde kısırlaştırma politikasını halen sürdürmektedir. Amerika da dahil yirmi dört devlet, 1910-1930 yılları arasında kısırlaştırma yasası çıkartmıştır. Amerika’da, göçmenleri hedef alan öjenik hareketin çıkışı, İngiltere ile aynı döneme rastlar. Sosyal Darwinizmden güç alır öjenik hareket. Daha sonra Nazi Almanyası yaygın bir şekilde uygular benzeri bir ırkçılığı. Nazilerin pratiğinde de görüldüğü gibi, öjenik hareketin çıkış nedeni, devletin ırkçı ve cinsiyetçi uygulamaları ile, ulus, devlet, milliyetçilik arasında hep bir ilişki vardır.
Devletlerin kadınların bedeni üzerinden geliştirdikleri nüfus planlama politikalarının bir yanı kısırlaştırmaysa, diğer yanı da doğurganlığın körüklenmesidir. Kadınların doğurganlığı, milliyetçi ideolojiler tarafından hep yüceltilir. “Cennet anaların ayağı altındadır” deyişiyle anneliği yücelten anlayış, bir başka yerde, “kadının karnından sıpası, sırtından sopası eksik olmamalı” diyerek erkek şovenizmini dışa vurur.
Atatürk, Cumhuriyet Türkiye’sinin aile yapısını şekillendirirken, “Türk kadınının en büyük görevi analıktır” derken, devletin en küçük birimi olarak düşündüğü aile ve ailedeki kadının rolüne vurgu yapma gereği duymuştur. Ailenin istikrarsızlığı, altüst oluşu, toplumun istikrarsızlığından bağımsız düşünülemez. Ailenin, kültürel ve ahlâki şekillenmesi, korunması, kısacası gardiyanlığı kadınlara sunulan en büyük görevdir. Bu, savaş-barış zamanlarının değişmez politikasıdır.
Ne yazık ki, belli zamanlarda “vatanın analarının” da bu milliyetçi taşkınlığın içinde yer aldığını görmekteyiz.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Britanya’da oy hakkı için mücadele eden kadınlar, askerliğe gitmeyi reddeden erkeklere “korkaklığın” simgesi olarak beyaz tüy dağıtmakla, daha o zamandan yükselen milliyetçi isterinin ve savaşçı faşizmin habercisi olmuşlardır. Hitler, Goebbels’in karısı ve çocuklarını, örnek Alman ailesi olarak boşuna lanse etmemiştir. Naziler, Almanya’daki kadınların büyük çoğunluğunun desteğini almışlardır. Öyle ki, bir kesim Alman feministi dahi bu isteriye göğüs gerememiştir. Keza İtalya’da, birçok kadın, Mussolini’ye alyans ve bilezikleriyle birlikte oğullarını da sunmuşlardır. Diğer ideolojilerde olduğu gibi, faşizmde de vatan imajı ile ana imajı kaynaştırılmıştır. Nasıl ananın namusu ve şerefi kutsalsa, anayla özdeşleşen vatanın korunması da kutsaldır. Benzer bir şekilde, Stalin de, “sosyalist” vatan savunmasında aynı özdeşliği kurmuş, analığı ve aileyi yüceltmiştir. Üstelik Stalin’de analık, hem vatanı, vatanı savunacak askeri üretecek doğurgan kaynağı, hem de yüksek üretimi temsil eder.
Vatan, millet ve aile, her ulusun temel direkleridir. Bu nedenle, milliyetcilerin ve politikacıların vazgeçilmez propaganda alanlarıdır.
Aile ideolojisini yalnızca faşist devletler değil, (Nazi Almanyası örneğinde olduğu gibi: kadın-çocuk-mutfak üçlüsü) tüm ulusal devletler aile-vatan kavramına özel bir önem atfetmişlerdir. Bugünün ister “gelişmiş” kapitalist olsun, ister kendisine sosyalist desin tüm ülkeleri çekirdek aileyi örnek ve evrensel olarak kabul eder.
Gerçekten böyle midir durum? Aile de toplumlar gibi değişkendir. Resmi, çekirdek ailenin dışında var olan aile örnekleri görmezden gelinir. Evli olmayan anne örneğinde olduğu gibi. Oysa lezbiyen-gay çiftlerden oluşan aileler, bekâr baba ve çocuklardan oluşan aileler, arkadaşlardan oluşan aileler, tek tek bireylerden oluşan aileler, yaşlılardan oluşan aileler, çocuklu, çocuksuz birçok aile örneği vardır gerçek toplumda.
Sonuç olarak, aile evrensel olmadığı gibi, annelik de evrensel bir ideolojiyle tanımlanamaz. Annelik, kadının herhangi kimliğinden birisidir. Kurumsal anneliği kutsayan sistem, ne yazık ki, onu ödüllendirmez. Dünyanın birçok yerinde evli olmayan anneler, hâlâ gelir dağılımının en alt kesiminde yer aldıkları gibi, siyasi, ekonomik ve toplumsal alanlarda da temsil düzeyleri düşüktür.
Devlet, o kadar göklere çıkardığı anneliği ve onun getirdiği maddi-manevi sorumluluğu ailelerin sırtına yıkarak kendini kurtarmaya çalışır. Öte yandan, rekabetçi-acımasız dış dünyanın karşısında, aile sığınılacak, “sıcak” bir yuvadır. Özellikle göçmen ve siyah kadınlar için. Irkçı ve milliyetçi baskı karşısında ister istemez aileye sığınılır. Zorba bir devlete karşı Filistinlilerin aileyi savunmaları ve kadınları çocuk doğurmaya teşvik etmeleri de bu noktadan bakıldığında anlaşılır bir şey olmalı.
Yakın geçmişte, İngiltere’de yaşayan Kosovalı kadınların yaşamlarını içten gözlemleme olanağım oldu. Çoğu bekâr kadınlardı ve erkek arkadaş bulmakta sıkıntı çekiyorlardı. Çünkü, içinde yaşadıkları gettonun dışından bir “yabancıyla” birlikte olmaları hoş karşılanmadığı gibi, dışlanmalarına da neden olabiliyordu. Oysa Kosovalı erkekler için aynı kural söz konusu bile değildi. Kadınlar, bu dışlanmayı göze alamadıklarından, “evde kalmış” kız sayısı çoktu o günlerde bu toplumun içinde. Kısacası, kadınların cinselliklerinin üzerindeki baskı yöntemleri değişse de, baskıyı yapanlar değişmiyor. O günlerde ulusal bağımsızlık mücadelesi veren Kosovalı vatansever erkekler, kendi kadınlarının bedenlerini de “yabancılardan korumaya” çalışıyor olmalıydılar.
Oysa korunulması gereken tek şey vardı, o da bizzat koruyucunun kendisiydi. Aynı, belli topraklar üzerinde yaşayan insanların kendilerini öncelikle vatanseverlerden korumaları gerektiği gibi.

E
25 Ağustos 2007


Kaynakça:

Ayşe Gül Altınay, (der) Vatan Millet Kadın, İstanbul, İletişim, 2000.
Cynthia H. Enloe, Ethnic Conflict and Political Development, 1986: Does Khahi Become You?The Militarization of Women’s Lives, London, Pandora Press,1988.
Dorothy Thomson, Class, Gender and Nation, London, Verso, 1993.
John Freely, Insıde the Seraglio, Penguin Books,2000.
Mary Davis, Sylvia Pankhurst: Radikal Politik Mücadelede Geçmiş Bir Hayat, çev, Emine Özkaya, Versus, 2006.
Susan Mendus & Jane Rendall, (der) Sexuality & Subordination, London, Routledge, 1989.
Yiorgos Kalogeras &Domna Pastourmatzi, (der) Nationalizm & Sexuality: Crises of Identity, Thessaloniki, Aristotle University, 1996.

Çocuklar ve Milli Terbiye ("önce vatan" neden olsun, önce şapkam!)


Çocukluk hep masumluğun ifadesi olarak kullanılır, öyledir de. Ama, çocukların bir de acımasız yönü vardır; hem birbirlerinin canını hem de hayvanlarınkini yakarlar.
Hele bir sınıf temsilcisi seçilmeye ya da yavru kurt olmayı görsünler. Resmi ideoloji, beyinleri yıkarken, öğretmenleri kullandığı gibi, öğretmenler de çocukların bazılarına, iktıdarın "tadını" koklatır biraz.
Çocuk olduğum zamanın birinde,, sınıf başkanımız, tahtaya diğer yaramazlarla birlikte, benim de adımı yazmış. Oğlanları bir güzel şamarlayan, iri yarı, pos bıyıklı matematik hocamız, sıra bana gelince şöyle payladı: "Erkekler gibi nara atmaya utanmıyor musun? Yarın birgün büyüyüp evleneceksin, anne olacaksın birde, otur yerine!" Uzun yıllar kulaklarımda çınladı bu kelimeler! Ve o zamanki ezikliğim ve dışa vuramadığım öfkem de.
Okullarda, ailede ve kamu yaşamında olduğu gibi, cinsiyetçi iş bölümünün, eğitimdeki tezahürüdür uygulanan. Atölye ve spor çalışmalarında (kız çocukları futbol takımına alınmazdı o zamanlar, şimdi okullarda futbol takımı var mı, bilmiyorum)kız öğrencilere ev işi dersleri, erkek öğrencilere marangozluk dersleri verilirdi.
Cinsel eğitimden anlaşılan cinsiyetçi uygulamalardı anlayacağınız!!! Şimdilerde fazla bir gelişme olduğunu sanmıyorum...
Britanya'da dikkatimi en çok çeken konulardan biri, okullardaki cinsel eğitim. Bunu söylerken, cinsiyetçilik yok demiyorum ama, kıyaslanacak gibi değil yukarıdaki örneklerle ve de toplumun geneliyle kıyaslandığında. Hele hele, lise ve üniversitelerin tuvaletlerine konulan otomatik makinelerden, isteyenin, çok ucuz bir parayla condom alabilmesi, çok akıllıca bir uygulama gelmiştir bana.
Bir de o günlerde okullarda her cuma ve pazertesi söyletilen andımız gibi milli marşlar vardı. Çok tepki duyardım. Manalandırdığım, anladığımdan değil elbette. Zorunlu olduğundan. Zil çalmış, koşarak sokağa dalmak varken, sıraya dizilip, hızaya sokulup, zoraki marş okunmasını çocuk da olsanız, kabul edemiyorsunuz.
İlkokul 5. sınıftayım. Bir 10 Kasım günü, bayrak yarıda, sınıf öğretmenimiz, Perihan hanım, ağladı ağlayacak, drama queen pozlarında, biz öğrencileri beş dakika saygı duruşuna
hizaya soktu. Diğer sınıflar da yerlerini aldılar. Birden beni bir gülme tutmasın mı....! Merasim bitti ama, benim kötek faslı bitmedi. Perihan öğretmen kolumdan tutup, öğrencilerin önüne beni dikti. Hem uzun tırnaklarını kulağıma batırarak kanattı, hem de vatan ve millete saygısızlıktan kınadı. "Bir daha bu davranışını görmeyeceğiiim!" diye ünleyen sesinden, bayrak direği çöktü!!! Birkaç gün okulda, başına kukuleta giydirilmiş gibi dolaştım.
Totaliter rejimlerin disiplin yöntemleri de aynıdır hemen hemen. Çin Komunist Partisi de, "hata" yapan vatandaşlarının başına, uzun, kartondandan yapılma, dondurma külahı şeklinde kavuklar giydirip dolaştırırmış pişmanlık getirip, özeleştiri verinceye kadar.
Fransa da da tam tersi uygulama yapılmış 2.Dünya Savaşı sırasında. "Düşman" askerine aşık oldu diye kadınların saçlarını kesmişler.
Şapkamı başımdan hiç çıkarmadığım boşuna değildir!
Önce şapkam...!

Ütopyalar ve Toplumsal Cinsiyet


İnsanlığın gelişme süreci çeşitli ütopyalardan evrilerek günümüze kadar gelmiştir. Bir kısım ütopik toplum arayışları, bugünden daha radikal önermelere sahiptir. Platon, kadın-erkek ilişkisinin eşit olması gerektiğini, Zeno, enternasyonalizmi savunmuştur. 17. yüzyılın başında, Campanella, dört saat iş gününü gündeme getirmiştir.

Öyle ki, bugün sözünü ettiğimiz cinsel devrim deneyimlerini de görmek mümkün geçmiş deneyimlerde. İngiltere’de Endüstri Devrimi sırasında da makineyi değil, insanı merkez alan yaşam deneyimleri vardır. Bugünki gibi cinsiyet ayrımcılığ da bilinmemektedir. Kadınların soyunması, çıplaklığı ve cinselliğine daha hoş görüyle yaklaşılır. Madenlerde çalışan yığınla işçi kadın, göğüslerini açarak serinleyebilir erkek işçilerle birlikte. Pezevenklik kurumu, organize seks ticaretini eline almamıştır henüz. Parasız kadının, kendi iradesiyle, bir erkekle sevişmesi, karşılığında ekmek, peynir alması “orospuluk’ olarak algılanmaz. Günümüzün burjuva ahlâk anlayışı, kadınların bedenleri üzerindeki “edilgenliği”, sömürüyü teşvik ederken, bunu örtbas etmek için çift standartlı ahlak anlayışını, yeniden yeniden üretirken, aynı zamanda ekonomik baskısını da pekiştirir.

Ayrıntılara girmeden, ben daha çok gender power-cinsiyetler arasındaki iktidar ilişkisi, toplumsal cinsiyet, cinsel özgürlük gibi konulara değinirken, ageism-yaş ayrımcılığına bağlı olarak, yaşanan pratiklerden örnekler vermeye çalışacağım. Geleneksel kültürün, LGBTT-lezbiyen, gay, biseksüel, taravesti ve transseksüelleri de kapsayan ayrımcılığına değineceğim.

Ütopik toplum örneğini İngiltere’de pratiğe geçiren bir grup da Diggers- Kazıcılardır. Kazıcılar Hareketi, düşünce ve pratikleriyle İngiliz Devriminin ruhu oldukları gibi, bugün de örnek alınması gereken bir miras bırakmışlardır.

İngiliz İç Savaşı ile birlikte, iktidar, 1649’da, Kraldan Cumhuriyetçilere geçer. Oliver Cronwell başkanlığında kurulan yeni hükümet, Kral, I. Charles’ı ölüme mahkûm eder. Politik iktidarla birlikte, ekonomik iktidar da yeni sınıfın eline geçer, tabii ki, yığınların durumunda bir değişiklik yapılmaksızın. Fakat, uzun süren savaşlarda yorgun düşmüş eski asker ve subayların da içinde bulunduğu, Winstanley’in teorisyeni olduğu Diggers kolonisi, doğrudan eylem yoluyla, Surrey, St. George Hill’deki kamuya ait toprakları ekip biçmeye başlar.

Toprağı işler, ormandan yararlanırlar, karşılıklı dayanışmayı ve eşit paylaşımı esas alan koloni halkı barışçıdır. Yeni hükümetin birkaç kez silahlı saldırısına uğradıkları halde savaştan kaçınırlar. Giderek başka yerlere de yayılır bu hareket. Politik ekenominin kanunlarına ters düşmüştür Diggers Hareketi, zor yoluyla bastırılır.

Gerrard Winstanley (1609-76) Law of Freedom adlı siyasi manifestosunda, toplumsal devrim projesiyle ilgili politik düşüncelerini, Karl Marx’tan önce koymuştur. Ne yazık ki, bu eser 1973 yılında kadar ortaya çıkamamıştır. Winstanley, akılcılığın mantığını reddettiği gibi, buna dayandırılan, insanlar üzerindeki kurumsal iktidar baskısını da reddeder.. Bireylerin özgür iradesini esas alan, rekabetçi değil, dayanışmacı bir toplumsal yaşam ütopyasını pratiğe geçirmeye çabalar.

Fakat, 19.yüzyılla birlikte, progressive döneme adım atılmış ve ütopyalar da dejenerasyona uğramıştır. Genel olarak yaşama geçirilmiş laik ya da dinsel ütopyaların statik olduğunu görüyoruz. Örneğin, eski SSCB, bırakın vatandaşlarının refahını sağlamayı, daha güzel bir yaşam hayal etmelerine dahi izin vermemiştir.

Modern toplumlara geçişlerde, kapitalist sistemin ekonomik inşasıyla birlikte yeni ahlâk anlayışı da kurumsallaşmıştır. Özellikle, 11 yüzyılda, Avrupa’da ortaya çıkan romantik aşkla birlikte, tek eşlilik ve cinsel yaşam evlilik kurumunun merkezine oturtulmuştur. Oysa başka kültürlerde, örneğin Afrika’da, iyi bir koca, karısına hatırı sayılır bir toprak vermekle yükümlüdür. Kadın da onu ekip biçer. Eşlerin arasında, birbirlerinin duygu ve düşüncelerini sahiplenmeyi de içine alan bir aşk anlayışı yoktur. Kadın-erkek her ikisi de istediği zaman bir başka insanla sevişebilir.

Hindistan örneğinde, aile sistemi, anne-oğul ilişkisine dayanır. Hopi (kuzey Amarikan yerlileri) kültüründeyse, anne- kız sistemi geçerlidir. Karı koca arasındaki ilişki çözülünce, aile de çözülmemektedir. Bireyler daha özerktir. Kadınlar üzerinde, cinsiyetçi, aterkil kültür egemenliği yerleşik değildir.


Modern ütopyalardan birine örnek teşkil edebilir mi acaba aşağıda anlatacağım seks turizmi, göreceğiz. Bu örneğe geçmeden önce, ageism, yaş ayrımcılığı, cinsel özgürlük hareketinde, tıpkı LGBTT’nin, T’yi ihmal ettiği gibi bir yer tutar. “Engelli” katagorisine sokulan insanlara karşı da ayrımcılığın altını çizeceğim burada, tıpkı çocuklara ve gençlere olduğu gibi ve bir başka yazının konusu olarak bırakacağım.
Günümüz toplum yaşamı iktidar ilişkilerine dayanır: erkeğin kadın üzerindeki iktıdarı, her ikisinin çocuklar üzerindeki iktidarı, gençlerin yaşlılar üzerindeki iktidarı, heteroseksüellerin, gay, lezbiyen, tarnsgenderlar üzerindeki iktidarı gibi...
Genel olarak yaş ayrımcılığı, her iki cinse de uygulanır. Emekli olmak yaşamdan el etek çekme olarak algılanır. Sınıfsal, ırksal, cinsel ayrımcılık kadar önemsenmez. Bu tür sosyal politikaların kökeni, eugenics-Nazi dönemi sterilize toplum yaratma mantığıyla eş değerdir.[1]
İki yıl önce, Tanika Gupta’nın kitabından uyarlanan, Sugar Mummies, adlı oyun, Royal Court’ta sahnelendi. Oyunun ana teması, seks turizmi ve orta yaşlı kadın müşteriler.
Amerika ve Avrupa’dan, Karayip adalarına “beach boys” bulmak için gelen kadın gruplarının içinde her yaştan ve meslekten kadın yer almaktadır. Kitabın yazarı, Gupta, Karayipler’de iki hafta gözlem yaptıktan sonra yazmıştır kitabını.
Tahminlere göre, sadece Britanya’dan, her yaş ve meslek grubundan, gencinden büyükannesine, 80.000 kadın Karayipler’e akmaktadır.
Seks turizmi yeni bir olgu değil. Ne var ki, müşterisi kadınlar, özellikle orta yaşlı kadınlar olunca geleneksel medyanın ilgisini daha bir çekiyor.
Avrupa’nın soğuk iklimi değil elbette bu kadınları ta oralara sürükleyen. Yaşadıkları toplumda, kadın olarak invisible-görünmez olmaları. Ve sevgi, cinsellik gibi temel insani gereksinimlerini çeşitli nedenlerden dolayı karşılayamamaları. İnsanların doğal gereksinmelerine toplumsal cinsiyet rolleri dayatılırsa, cinsellik, ticari bir endüstriye dönüştürüldüğünde, bu tür ütopik yaşamlar da olacaktır. Tek fark şu: şimdiye kadar, bu “cennetin” müdavimleri erkeklerdi. Artık “huriler” erkek cennetinin hizmetlisi değil, sahibi rolündeler gibi.

Karayip adalarındaki seks turizminde hizmet veren, yaşları yirmiyi geçmeyen bu doğuştan talihsiz delikanlılar, başka bir yönden “talihsiz”kadınlarla buluşur. Bu ‘iş” ilişkisinde, her iki tarafın da beklentisi bellidir. Kimse kimseyi sömürüyor diyemeyiz. Erkekler mağdur olmadığı gibi, kadınlar da zalim değildir. Hatta, mutsuz beraberliklerde, yılda bir sevgililer gününde, kocasından, partnerinden ilgi, sevgi dilenen kadınlarla karşılaştırıldığında çok daha onurlu bir girişimdir bu. Dünyanın başka yerlerinde, aynı yaşlardaki hemcinslerine göre yine de şanslıdırlar. Hemcinslerinin çoğu gibi, bedenen genç ve çekici kalamadıklarından dolayı ömür boyu cinselliklerini unutmaya mahkûm değillerdir hiç değilse.
Görülüyor ki, seks turizminin müşterileri sadece elli yaşın üstü kadınlar değil, genç kadınlar da çoğunlukta. Bu da gösteriyor ki, yaşa bakmaksızın kadınların cinsel arzu ve isteklerini, erkek egemen, cinsiyetçi kültür bastırıyor ve erkeğe aktif bir rol atfederek kadın cinselliğini pasifleştiriyor. Ya da metalastırıp pazarlıyor. Ataerkil kültürle, capitalist ekonominin bir işbirliğinden söz edilebilir burada.

Bu makalenin yazarı, her türlü işe ve sömürüye karşıdır. İşin iş olmaktan çıkmasını savunmaktadır. Seks endüstrisi de, diğerleri gibi endüstri alanlarından biridir. Sömürüyse sömürü, emekse emek, hepsinde aynı şey yaşanmaktadır. Diğer endüstri alanlarından farkı yoktur. Ve bu alanda çalışan insanları da mağdur görmez, emek pazarında, emeğini satan işçi olarak görür. Bu konudaki, çift standartlı, üst sınıf, ahlâkçı bakış açısını reddeder.

Karayip Adalarına giden genç kadınların çoğu iyi para kazanan, kariyer sahibi kadınlardır. Ama, başarılı, bağımsız kadın olmak, erkeklerin tersine, iyi bir eş ya da sevgili bulmak için yetmemekte, hatta kusur görülmektedir. Geleneksel anlayış, evlilikte erkeğe ekonomik güvenlik rolünü biçer çünkü. Ve bu gerçeklikten dolayı, çoğu kadın, kendi yaşından büyük, ona ekonomik ve duygusal destek verecek, “masterly” otoriteye sahip erkekleri tercih etmektedir. Sosyal statü olarak da bakılabilir duruma. Bu noktada, bireyleri ahlâki olarak yargılamak yerine, toplumsal cinsiyet kalıplarını ve ekonomik eşitsizliği eleştirmeyi gerekli buluyorum.
Toplumsal cinsiyet kalıplarının her iki cinsi de belli beklentilere hapsettiği bir cinsel politika, buna bağlı olarak cinsiyetçilik her alanda görülmektedir. Erkekler de ayrımcılığa maruz kalır. Erkekler başarıyla sembolize edilirken, kadınların, seksi, cazibeli olmaları öne çıkarılır. Bu yaygın kültürden etkilenen çoğu erkek, genç, seksi kadınlara yönelir. Böyle bir kadına “sahip” olmak bir statüdür onlar için. Ayrıca, erkek egosu da girer işin içine.

Bu tür ayrımlar bölünmelere yol açmaktadır elbette. Arkadaşlık ilişkisi ile seks ilişkisinin katogorize edilmesi, her tür beraberlikte kopuşlar getirmektedir. [2] Tam kendin olabileceğin yoğun paylaşmanın önünü tıkamaktadır. Oysa, hem sevgililik, hem arkadaşlık paylaşılabilir görünmektedir. Burada bizzat gözlemlediğim gay-lezbiyen ilişkilerinde heterolar kadar cinsel ayrımcılığın yaşanmamasını, arkadaşlıkla sevgili ilişkisini birleştirmelerine bağlıyorum. Monogaminin tek doğru ilişkiymişcesine dayatılması da ilişkinin taraflarını başka türlü davranmaya zorlar. Evlilikte, taraflardan birinin bir başkası ile seks yapması, boşanma nedenidir birçok yerde. Halbuki, daha otonom bireylerin yaşadığı ilişkiler ve cinselliğin kuşatılmadığı başka çoğulcu modellerde ilişkilerin daha sağlıklı yaşandığı örnekler de vardır. Tek doğru ilişki türü evlilik ya da tek eşlilik olmayacağı gibi, çok eşli ilişkinin öncekinin yerine önerilmesi de yanlış olur. Önemli nokta, cinselliğin “sahipliği” anlayış ve kurumunu ortadan kaldırmaktır. Heteroseksüel ilişkilerin dışında sayısız ilişki örneği vardır. Burada önemli olan bireyin ne istediğidir. Ve bu istek ve ihtiyaçlarını özgürce ifade edebilmesidir. Bu tür yaşam alanları elbette suni olarak yaratılamaz. Marjinalize olunmamalı, toplumda fiziksel görünürlüğü sağlama pratiklerinden vazgeçilmemelidir yine de.
Cinsel politika konusunda derinlemesine çalışma yapmış kadınların konuya feminist perspektiften yaklaşımlarıysa kısaca şöyledir:
Lynn Segal’a göre, bedenle beyin ayrılmaz bir bütündür. Cinsel, duygusal istek ve arzuları yok sayarak, kadın, salt fiziksel görünüşe –bedene indirgenemez. Kadınların cinselliğinin, arzu ve ihtiraslarının, diğer duyguları yok sayılarak, sırf sekse ve doğurganlığa indirgenmesi de önemli başka bir hatadır. Ne yazık ki, kadın hareketinin cinsel özgürlük konusunda yıllardır verdiği mücadeleye rağmen, kadınların yaşlılık deneyimlerinde fazla bir ilerleme kaydedilememiştir.
Tam tersi örnekler vardır oysa geçmişte. 18. yüzyıl Fransa’sında, yaşlı kadınla genç erkek aşkı, toplumda kabul gören, teşvik edilen bir olgudur. Bu tür, yıllarca süren ilişkilerle doludur tarih. Şair Mary Shelley, kocasından epey yaşlıdır. Daha antik dönemlerde, Avrupa dışında da vardır böyle örnekler. Karısı Hatice, Muhammed’den yaşça bir misli büyüktür. Statü, para gibi faktörleri unutuyor değilim elbet, bu tür örnekleri verirken. Buna rağmen, kadınlara karşı yaş ayrımcılığı, günümüz toplumuna göre daha zayıftır.
Emma Goldman’ın tecrübesi günümüz toplumuna daha uygundur. 1937’de, Avrupa’da sürgündeyken 66 yaşındadır. Ve Torontolu genç bir erkeğe aşık olur. Bir gün birlikte parkta yürürlerken, insanların bakışlarından, aşağılanmış gibi hisseder kendini. Yakın arkadaşı Alexander Berkman’la paylaşır bu üzüntüsünü. Goldman’a göre, kadın ve erkek arasındaki cinsel eşitsizlik giderilmedikçe toplumsal bir devrimden söz edilemez.
Lynn Segal ise, seksüel kültürün kadın ve erkek cinselliğini ele alışına atıfta bulunurken, onun biyolojik gerçeklikten uzak olduğunu vurgular.
Biyolojik olarak ele alınırsa, erkeklerin dölleme zayıflığının 40’lı yaşlarda başladığını, buna paralel olarak penis sertleşmesinde de düşme olduğunu, erkekler arasındaki cinsel iktidarsızlığın bilinenden daha yaygın olduğunu belirtir. Viagranın gündeme gelmesi boşuna değildir.
Yıllardır İngiltere’de yaşayan, Avustralya doğumlu, tanınmış feminist Germaine Greer, ne pahasına olursa olsun, genç kalacağım diye çırpınan kadınlar için üzüldüğünü söyler. Estetik ameliyatlar, gençlik aşıları vb... Bitmez tükenmez bir enerjidir boş yere harcanan. Menopoz döneminin de abartıldığını vurgular ve yaşlanmanın korkulacak bir kâbus olmadığını, kendisini bir sürü sıkıntıdan kurtardığını dile getirir:
İstenmemek özgürlük demektir. Hayatımda hiç bu kadar mutlu ve neşeli olmadım. Beni seven erkeğin kollarındayken hissettiğimden daha mutlu hissediyorum şimdi kendimi.
Yaşlanmasına rağmen kendini seksi hisseden kadınlardan biri de Susan Sontag’dır. Sontag, kadın ve erkek cinselliğine karşı çifte standartlı bakış açısını eleştirir. Yığınla kadının bu saçmalıklardan etkilenip daha menopoza yaklaşırken cinsel yaşamdan çekildiğini vurgular. Bilim kadınlarının yazdığı menopoz ve kadın cinselliği ile ilgili çalışmalar, geçmiş önyargıları yıkmaktadır. Kısacası, kadınların yaşlanması değildir cinsel arzularını körelten, önyargılı ve çift standartlı erkek egemen kültürdür.
Lezbiyen kimliğini öne çıkarma gereği duymamıştır Sontag. Ama ömrünün son günlerine kadar, hem başka kadınlarla birlikte olmuş, hem de kendisi gibi cesur, fotograf sanatçısı Annie Leibovitz’la uzun yıllar ilişkisini sürdürmüştür. Ve kendisini şöyle ifade eder:
Cazibemin erkekleri daha az etkilediğini görmemle kadınlara yöneldim. Ve kadınlar harika! Kadınlar 40 yaşları civarında yenilenirken, erkeklerin içi boşalıyor. Kadınlar, kendilerini sürekli geliştirme çabasında.
Görüldüğü gibi, yaşlanmak, elini eteğini yaşamdan çekmek değil. Hem yalnız, hem erotik yaşamayı öğrenmiş kadın örnekleri de oldukça çok. Bence hüzünlü olan, hem birisiyle yaşayıp, hem yalnızlık çekilmesidir.
Amerika ve Avrupa’da, yalnız yaşayan kadınların sayısı erkeklere oranla çok daha fazladır. Britanya toplumunda, 40 yaşında boşanan kadınlar yeni partner bulmakta erkekler kadar şanslıdır. Ama, kırkı geçtiğinde, bu şansın azaldığı gözlenmektedir.
Yaşlanmak, kadınlar için bir kâbusken, erkekler için ikinci bir yaşam olmaktadır. Dünün yaşlısı, yarının baba adayıdır. Jack Nicholson, Michael Douglas örneğinde olduğu gibi. Fimlerde, yaşlı kadın oyuncuların soyunduğunu nerdeyse hiç göremeyiz. Amerikan sineması özellikle tutucudur bu konuda. Fransız ve Britanya sineması, kısmen de olsa bazı tabuları kırmaktadır. Örneğin Calendar Girls filmi.
Bir başka film de, Hanif Kureishi’nin, bilinen tarzıyla yine tabuları tersine çevirdiği bir yapıttır: The Mother. Filmde, yetmişine yaklaşmış bir kadının, kendini, yarı yaşındaki inşaat işçisiyle cinselliğin hazzına bıraktığı bir sahne çok ilginçtir.
Hollywood’la sınırlı da değildir örnekler. Her alanda bu tür ayrımcılıklar yaşanmaktadır. Kariyer ve paraya sahip olsalar da, erkekler kadar şansı yoktur belli yaşa gelmiş kadınların. Erkeklerin koca göbeklerinin sarkmış olması kusur olarak görülmez. Hatta, sarkmış yanaklarını örten ağarmış sakalları bilgelik göstergesi olarak sunulurken, kadınların göbeğinin “çirkinliğine”, göğüslerinin sarkıklığına vurgu yapılır.
Hem kadın, hem yaşlı olmanın dayanılmaz ağırlığı altında anti-depresan haplarına sarılan kadınların sayısı her geçen gün artmaktadır. Kuşkusuz, yaşlanmanın bir dışlanma olarak algılanması ve bunun beslendiği kaynak, cinsiyetçilikten ayrı düşünülemez.
Amerikalı feminist yazar, eleştirmen Vivian Gornick, 1980’lerle birlikte kadın hareketinin toplumsal alandan çekilmesiyle ve grupların dağılmasıyla bağlantılı olarak ömür boyu sürecek bir yalnızlığı yaşamaktan korktuğunu şu sözlerle ifade eder. “... varoluşsal yalnızlık yüreğimi deliyor...”[3]
Simone de Beauvoir’nın yıllar önce ifade ettiği gibi, “kadın doğulmaz, kadın olunur.”
Bu örnek de erkek deneyiminden:
Amerikalı romancı Phillip Roth, günümüz Amerikasındaki, aynı yaştan kadın ve erkeklerin durumunu karşılaştırırken oldukça iyimserdir. Kendisi gibi başarılı erkeklerin genç kadınlara sunacağı iktidarı, genç kadınlar kendi yaşlarındaki erkeklerde bulamamaktadır. Hükmetmenin sanatıyla, genç kadınları teslim almanın mutluluğuna diyecek yoktur. Bir erkek bundan başka ne ister.
Bu örnekten genel bir sonuç çıkarmak yanlış olur ama Philip Roth yalnız değildir bu noktada. Kendisi gibi çok sayıda hemcinsi vardır. Başarılı, zengin kadın olmak da bir ayrıcalıktır ama bu ayrıcalıklı kadınlar, erkekler kadar şanslı değildir genç sevgili bulmakta. Erkekler yaşlı da olsalar, genç sevgili bulmakta avantajlıdır. Ve bu yaşlı erkekler, genç sevgiliye koşarken, geride bıraktığı partnerini, sanki kusurmuş gibi, yaşıyla, fiziğiyle yüzleşmeye davet eder. [4] Genç kadınlar da, “tecrübeli”, başarılı, bu “sugar daddy”leri, genç erkeklere göre daha güvenlikli bulmaktadır.
Genel bir değerlendirme yapacak olursak, kadınlarla erkekler arasında bu alanda yaşanan eşitsizliği, cinsiyetçi kültür, toplumsal cinsiyet, bilimsel alanda yapılan çalışmaların taraflılığı gibi temel nedenlere bağlayabiliriz.
Bu alanlarda mücadele etmeyi, radikal bir değişimi önerebiliriz. Yeterli midir? Bu yazının amacı, bu soruyu cevaplamak değil, soru ve fikirleri tartışmaya açmaktır.
Ütopya anlayışımı koymaya çalıştım. Ütopyamda olmasını istediğim şeylerle noktalamak istiyorum.
Büyük metropollerin genel sorunudur insan ilişkilerinin kopukluğu. Bu kopukluğun giderilmesi için, yaşama alanlarının, dayanışma topluluklarının çoğalması, karşılıklı dayanışmayı esas alan insan ilişkilerinin geliştirilmesi can alıcıdır. Mimariden sanata yaşadığımız her alanda, birey olarak söz hakkına sahip olmamız gereken bir dünya hayal ediyorum. Yaşamımın bir parçası olarak algılıyorum ütopik olmayan hayallerimi.
Bugünkü anarşist oluşumların cinsiyet politikaları ve uygulamaları olmak zorundadır. Anarşizm evde başlar, yatak odalarımızı da içermelidir bu. Anarşist hareketin içindeki birçok kadın, insanların hayvanlar üzerindeki iktidarından çok, erkeklerin kadınlar üzerindeki iktidarını sorgulmaya önem vermektedir. Bunları önemsemedikleri anlamına gelmemelidir bu öncelik. Hareketteki, özel olanla politik olanı birleştirememe beceriksizliğinin sonucudur kadınları böyle bir noktaya iten. “Yeni erkek”, “feminist erkek” kavramı palavradır, pratiğe konmadığı sürece. Erkeklerin çoğu, entelektüel düzeyde anti-seksist tavır alırken, duygusal yönü göz ardı etmektedir.
Homofobi ile mücadele ciddi olarak ele alınmalıdır. Bu mücadele herkesin sorunu olmalıdır. Homofobi ile mücadele, cinsiyetçilik, hayvan özgürlüğü, militarizm, kadın ve lgbtt’lilere karşı şiddeti hedef alan kampanyalar, atölye çalışmaları vb. örgütlenmelidir.Türkiye’de, nerdeyse her haftada bir işlenen nefret cinayetlerine karşı, toplumun genelini dönüştürmeye yönelik doğrudan eylem pratikleri ortaya konmalıdır artık. Bu, şiddetin unutulmasını ve kanıksanmasını önleyeceği gibi, hepimizi özgürleştirecek bir toplumun da önünü açacaktır.
Kadınlar arasındaki dayanışmanın gelişmesine önem verilmesi de bir başka önemli nokta. Daha da önemlisi, kuşaklar arası bilgi ve deneyim paylaşımı zorunludur, bu tür ilişkilerin geliştirilmesi, kadınlar arasındaki genç-yaşlı bölünmesini değil, dayanışmayı getirecektir.
Sonuç olarak, yaş, ırk, cinsiyet ayrımcılığının kalkması için yasalardaki eşitliğin yeterli olmadığı açıktır. Toplumsal dönüşüm sürecinde, kendilerini radikal, devrimci olarak tanımlayan grup ve bireylerin öncelikle kendi içlerinde bir dönüşüm yapmaları zorunludur. Cinsiyetciliği, ayrımcılığı yıkamayan, sistemi hiç yıkamaz. “Engelli” –özürlü olan bireyler değil, hepimizi kapsayan, ırkçı, cinsiyetçi, görünür görünmez yasa ve anlayışlardır.

E

15 Mayıs 2009-Londra
Email: chunkymonkeyz@yahoo.co.uk

Kaynakca:
The Observer, Pazar 23 Temmuz 2006
Lynn Segal, Making Trouble, London, Serpent’s Tail,2007.
Bonnie Haaland, Emma Goldman: Sexuality and the Impurity of the State, London, Black Rose Books, 1993.
Alice Wexler, Emma Goldman: The Intimate Life, London, Virago, 1984.
Gerrard Winstanley, Selekted Writing , London, Aporia Press 1989.
Colin Ward, Talking to Anarchists, London, Freedom Press 1996.
Germaine Greer, the Whole Woman, London, Anchor 2000.
Beyond Sexuality, London, Phoenix Press,1992.





Footnotes

1-Eugenics, arı ırkı hedefleyen, ırkcı politika. Tarihselliği eskilere dayanmasına rağmen, Naziler döneminde yaygınlık kazanmıştır.
2- Beyond Sexuality, s,38
3-Lynne Segal, Making Trouble, s,177
4-Lynne Segal, Making Trouble, p, 192

DENİZ KURTULMUŞ!


Çoğu devrimcinin olduğu gibi benim de ilk İSYAN çığlığım Denizlerle başladı. Emma Goldman da, Haymarket Anarşistleri katledildiğinde aynı ruhsal dönüşümü yaşar.
Rusya, Türkiye ve Latin Amerika, Afrika gibi ülkelerde, çocuk olmadan, devrimci olunur. Kitaplardan değil,sokaktan öğrenirsin isyan etmeyi.
Ben de küçücük bir kızdım ortaokula giden Denizler içeri alındığında. Okulun bahçesinde, sokaklarda, çoraplarımızı yırtarak, bir delik açar, "Deniz kurtuldu", diye çığlık atardık. 13 yaşımda ya var ya yoktum.
Hatta birgün okulu asarak, Siyasal Bilgiler Fakültesine gittik. Okul formalarımızı çantamızın içine koyduk. Saç örgülerimizi çözdük. Yaşımızdan büyük görünmek için, yapılması gereken herşeyi yaptık.
Fakültenin önüne gittiğimizde, sakallı, bıyıklı "abiler" harıl harıl bişeyler konuşuyordu. Nasıl olduysa bizi farkettiler. İki sakallı" abi" yanımıza yaklaştı ve: "Siz ne arıyorsunuz burada bakayım ufaklıklar?", diye azarladı. Ben öne atılarak, "Biz ufaklık değiliz, ODTU hazırlıktayız", dedim. "Hadi bakalım, küçük, doğru evinize", demez mi! Ve biz süklüm püklüm döndük ama mazlumların mücadelesinin tam ortasına. Bu yolculuk hala devam etmekte, kendince...
O günlerde tuttuğum Deniz Defterim de vardı. Deniz ve arkadaşlarıyla ilgili resimleri ve haberleri içeren. Uzatmayım, benim anarşizmimin manevi kökleri buradan gelir. Şimdi aşağıdaki sorunuza geçelim sevgili Gürkan:

Gürkan Eryavuz
"Gözlerindeki sırlarla yüzleşmek" diyince bi şey sormadan edemedim: Bugün amaçları ANARŞİZM olmayan vatansever üç devrimci gencin idam edilişlerinin 38. yıldönümü. ne hissettiriyor size bu? samimi bir soru bu sadece. daha iyi anlamak için. sormaya değer gördüğüm için daha çok."

Deniz de anarşistti bence. Bundan hiç kuşkum yok. Anarşizmin, düşünsel kuramlarının bilinmediği, Ortodoks Marxizm Leninizmin domine ettiği bir ülkede, Deniz'in ve arkadaşlarının, anarşizmle direk tanışamaması, onun anarşist karekterini yatsımaz. Örneklersek, Dolma Bahçe, 6. Filoya karşı yürüyüşte, İşçi Partisi ve Behice Boranlar,yürümeme kararı almalarrına rağmen , Deniz Gezmiş, aldırmaz ve yürür gider Dolmabahçeye doğru. Buna benzer çok örnek verebilirim. Bu konulara yer veren anıları içeren çok kitap yayımlandı, özellikle anı kitapları.

Anarşizm, önce, insanlığın acısını hissetmekle başlar. Sokaktaki bir kavgada, altta kalanı görmek, araya girmektir bu. Akıl ve mantık sonra devreye girer bence. Marxizmin kuramını iyi bilen ve bu konularda mangalda kül bırakmayan yığınla insan var. Bunların çoğunu sokaklarda göremeyiz, çoğu akademiden yetişmiş, öğrencilik dönemi bitince de, resmi kariyerine ve sınıfına geri dönmüştür.İstisnalar hariç tabii.
Sorunuzda, "Bugün amaçları anarşizm olmayan vatan sever üç devrimci gencin..." cümlesine gelince:
Vatan sevmek yakışır mı bir devrimciye? Devrimcinin milliyeti, bayrağı, vatanı olamaz. Tüm bu sınırlara HAYIR diyorum.
Denizler ve o günün çoğu devrimcisi, ne yazık ki, "Bağımsız Türkiye" sloganını çok dillendirmiştir. Kemalist rengi atamamıştır Türkiye Solu. Türk milliyetçiliğini de sorgulayamamıştır. Kürt devrimcilerine karşı da ayrımcılık yapılmıştır. Bunda, Lenin'in milliyetler politikası, "halkların kardeşiliği" gibi etkilerin de payı büyüktür. Ne demek halkların kardeşliği İnsanların kardeşliği olmalı. Halk demek millet demek. Milliyetçiliğe karşıysak, küçüğüne de, büyüğüne de karşı olunmalıdır. Bu konuda, Rosa Luxenburg'la, tamamen aynı düşünüyorum.

Sonuç olarak, Denizler kuşağının katkıları unutulamaz. Ama bu, onların da yer aldığı, Türkiye Soluna, eleştirel bakmamı engellemez. Yoksa bu, hamasetin ötesine gidemez. Çoğu sol gruplarda olduğu gibi, hayranlığı aşmayan, anma geceleri yapılarak tüketilir. Ya da 1968liler Vakfı kurularak, senede bir İstanbul Boğazında, lüx restoranlarda, onların şerefine kadeh kaldırılır. Bazıları da, 68 rantıyla, bugünkü reaksiyoner medya ve tv'de, kariyer yaparlar.
Denizleri sevdiğim için anarşistim. Onlar ve onlar gibilerine yüreğim yandığı için "ehlileşmiş" solcu olmayı ve devrimciliği meslek edinmeyi reddettiğim için burdayım.
Ve 13 yaşındaki kızın yüreğiyle ifade edecek olursam:
Deniz de yaşasaydı, KARA bayrak olurdu elinde bugün.

Dayanışmayla...
Emm(A

Radikal çevrelerde taciz üzerine düşünceler...


Öncelikle şunu belirtmelyim ki, radikal topluluklarda ortaya çıkan şiddet ve taciz olaylarına karşı bir cevap değildir yazmak istediklerim. Bu kadar nazik bir konuda, genellemelerden kesinlikle kaçınılması gerektiğinin farkındayım. Çünkü yaşanılan her olay, kendi özgünlüğü içinde ele alınıp, soyutlamadan yaklaşılmalı ve ona göre çözüm, öneriler geliştirilmelidir.

İkincisi, ben sadece radikal grup ve çeverlerde yaşanan istismar ve taciz olaylarında, "ne tür tepkiler verilmeli", "yaklaşımlar nasıl olmalı", "tacize uğrayan ve taciz yapan bireylere nasıl yardımcı olabiliriz", "istismara uğrayan arkadaşımızla dayanışma gösterirken, istismarcıyı dışlamadan, somut bir olayda nasıl tavır alınabilir" gibi soruları deşmekten yanayım açıklamaktan çok. Çünkü hiç birimiz, yaşadığımız toplumun, cinsiyetçi ve güç ilişkilerinden kurtulmuş değiliz. Bu virüs, az ya da çok, herkesin içinde barındırdığı bir bela. Taciz yapan bireyi, grubun dışına koymakla olay bitmiyor.

Ayrıca ben, kadınlar üzerinde uygulanan taciz çeşitlerine değineceğim. Bununla, erkekler tacize uğramaz demek istemiyorum. Hepimizin tahmin edeceği gibi, dünyanın neresinde olursak olalım, kadınlara karşı uygulanan şiddetle, erkeklere uygulanan şiddet arasında bir uçurum var. Ben de bir taraf olarak, kendi tecrübe ve deneyimlerim, bilgim ışığında, kadınlar üzerindeki şiddetin bir ucuna değinmek istiyorum. Bu da anlaşılır birşey, içimizde “ağır” ya da “hafif” tacizden payını almayan bir kadın olduğunu sanmıyorum.

Yıllardır hem teorik hem pratik çalışmalar yaptım feminizm üzerine. Kadın çalışmaları içinde bulundum. Farklı coğrafyalarda, farklı sosyal, siyasi ve ekonomik geçmişleri olan, farklı tecrübeler yaşamış kadınlarla deneyimler paylaştım. Farklılıklarımıza rağmen, dünyanın hemen hemen her yerinde, kadınlara karşı uygulanan şiddet, öyle benzerlikler taşıyordu ki, bu noktada buluştuğumuzu, dilimizin ortak olduğunu derinden hissettim.

Güç ilişkilerine göre kurulmuş yaşamlar içindeyiz hepimiz. Taciz ve şiddet de bu güç ilişkilerinin bir ürünü. Aynı zamanda da çeşitli ve karmaşık. Şöyle ki, aktif- pasif taciz, fiziksel, duygusal, cinsel taciz olarak adlandırabiliriz.


Kadınlar, genel olarak, ekonomik gelir dağılımı, siyasi iktidar, “entellektüel birikim” vb gibi alanlarda, bölüşümün en altlarındaki bir kesim. Ya da böyle olmaları istenen bir kesim. Bu nedenle, sömürü ve şiddete uğramaları da daha fazla oluyor.

Benim üzerinde durmak istediğim istismar ve taciz olayları, daha çok mürekkep yalamış, eli kalem tutan, solcu aydın, anarşist, aktivist, marksistlerden oluşan, grup ve çevrelerde, gözümüzün önünde, dikkatimizi çekmeden, günlük yaşamda olagelen, sözlü, cinsel, fiziksel istismar ve şiddet olayları. Sokakta dayak yiyen bir arkadaşımızla hepimiz kolayca dayanışma gösterirken, yanıbaşımızda tacize uğrayan arkadaşımız ve yoldaşımızı neden göremeyiz?

Bu arkadaş kesinlikle böyle birşey yapmaz, asla inanmam! Çığlığı bana hiç yabancı gelmiyor artık. İşte tam da bu cümle, içimizden birinin taciz olayını örtmeye yetiyor. Çünkü bizim tanıdığımız tacizci , genel standartlara uymuyor. Biz onu, iyi bir insan, örnek bir devrimci, anarşist, aktivist, iyi bir baba, eş, arkadaş, esaslı bir entellektüel, insan hakları ve kadın hakları konusunda kalem oynatan bir “aydın” olarak tanıyor ve “güveniyoruzdur”. En zor olan nokta da bu. Görünür taciz olayında, bu genellikle fizikseldir, yüzdeki, gözdeki morluklar , olayı fazla didiklemeden anlaşılır kılar. Fakat, yukarıda saydığım gibi, bilgi birikimini, sosyal konumunu, fiziksel cazibe gibi, “üstünlükleri” kullanarak, birlikte olduğu insanı, sözlü, fiziksel , cinsel, duygusal şekilde taciz eden bireylerde, genellikle tacize uğrayan taraf ya sessiz kalır ya da bir iki dostu dışında kimseyle paylaşamaz. “Ispatlayamaz” uğradığı ağır travmayı.

Cinsel tacizin açıktan, meşru olarak işlendiğini hepimiz biliyoruz. Yığınla “ev kadını”, ekonomik zorluklardan ve toplumun baskısından dolayı, bir kader gibi kendilerine dayatılan evlilik kurumu içinde, meşru cinsel tacize uğrarlar. Çoğumuzca malumdur şu sözler: “Ne yapalım, ekmek teknesi, gözlerimi kaparım vazifemi yaparım”. Hiç değilse buradaki durumda, bir bilinç, dayatılan durumun çaresizliğinin sonucu katlanılmak zorunluluğu vardır.


Ama, “eşit” gibi görünen, “entellektüel anarşist”, aktivist bireylerin bulunduğu grup ve çevrelerde yaşanan “sahte orgazmlar, sözlü taciz ve tecavüzler, cinsel sömürünün çesitli biçimleri, yatak odalarının dört duvarları arasında, bir köşelerde saklı ve ortaya çıkarılmayı bekliyor hâlâ.

Londra’daki kadın grubunda tartışırken, buna benzer çok yaşanmış olay çıktı karşımıza. Bir çok kadın, geçmiş ilişkilerde, partneri, erkek arkadaşı, yoldaşı tarafından cinsel tacize uğramış. Fakat, yaşadığı kabusu anlatacak bir ortam, kanal bulamıyor kadınlar özel uzmanların dışında. Ve kimi olaylarda, bilinç altına itiliyor bu tür travmalar. Ve sonraki ilişkilerinde, bu unuttuğunu sandığı travma, bir şekilde, takip ediyor onları. Bu yüzden çoğu kadın, yalnız olmayı seçiyor. Kimilerinin yaşamı, akıl hastanelerinde son bulurken, kimileri hayata küskün, mutsuz bir yaşam sürdürüyor. Yüzlerce trajik, yaşanmış olay örneği vermek mümkün bu konuda.

Başta da belirttiğim gibi, benim sorguladığım kesim, radikal çevrelerde, eli kalem tutan, soyut konularda (insan hakları, kadın hakları, toplumsal cinsiyet rolleri vb..) herşeyi aştığını, bildiğini sanan, vicdanından kuşku duymayan bireylerin, cinsiyetçilik, sömürü ve iktidar biçimlerini, kendi somut yaşamlarında ne kadar az sorguladıkları gerçeğidir. Her grup ve çevrede böyle erkekler vardır. Bazı istisnalar dışında, bu tür şiddet ve taciz olayları hep hasır altı edilir bilerek ya da bilmeyerek.

Somut önermeler:

Sorumluluk almak cesaret ve bilginin yanısıra, yürek ve vicdan gerektirir. Hele bir insana zarar verdiğini kabul etmek. Bir başkasına zarar verdiğini kabul etmek ve bunu yaparken de teşekkür ve takdir beklememek gerekir elbette. Bu süreç, dürüstlük, samimiyet, bilgi ve cesaret gerektirdiği gibi, bu tür olayları sorgulayan kanalların açık olması da her iki tarafin , kendisini dışlanmadan ortaya koyabilmesine olanak saglar. Ama ilk adım, ne tür şekilde olursa olsun, taciz yapan bireyin, taciz yaptığını kabullenmesidir. Bundan sonrası ise, neden, niçin gibi soruları gündeme getirecek, uzun bir sorgulama, yüzleşme ve özgürleşme sürecidir. Önemli olan, bireyin kendisini kayırmadan bu sorgulama sürecine adım atmasıdır.

Örneğin X çevresinde böyle bir olay meydana geldi ve duyuldu. Bu durumda tacize uğrayan tarafın isteklerini, taciz yaptığı öne sürülen bireyin kabul etmesidir.

Ve tacize uğrayan tarafın isteklerine koşul öne sürmeden saygılı davranmalı, hatta aynı evde oturuluyorsa hemen terketmelidir. Bu tutum, hem kendi kendisiyle yüzleşmesi, hem mağdur olan tarafın yaralarını sarma ve iyileştirme açısından önemlidir. Mağdur taraf, tacizciyle hiçbir ilişki ve iletişim kurmama hakkına sahip olmalıdır.


Belki yanlış yere suçlanıyor da olunabilir ama, ne olursa olsun, karşı tarafı can kulağıyla ve samimiyetle dinlemek esas olmalıdır.


Tacize uğrayan taraf, taciz yaptığını düşündüğü tarafla direkt değil de arkadaş ve yoldaşlar yoluyla diyalog kurabilir.


Bu durumda, suçlanan tarafın, polemikten kaçınması, olayın dışına çıkmaması ve kendisine sorulan spesifik soruları, yorumsuz yanıtlaması doğru olur.


Sabırlı olmak çok önemlidir bu süreçte. Belki olayın “aydınlanması” aylar, yıllar alabilir. Bu, tacize uğrayan tarafın, diyaloğa, çözüm aramaya hazır olup olmadığına bırakılmalıdır.


Bu gibi durumlarda, genellikle tacize uğrayan taraf üzerine mazeretler getirilir. Efendim, o seks işçisidir, o daha önce de bu tür olayları yaşamış ve alışmış. O yalancıdır, o geydir. O erkek düşmanıdır fılan...

En önemli kaçış yollarından birisi de sessiz protesto yoluna gidilmesidir. Bu, kendi yönünden olayı yorumlamak ve haklı olduğuna inanma tutumudur ki, tacize uğrayan tarafı, olay üzerinde konuşmaktan caydırır.

Arkadaşların arkasına gizlenme: Taciz yapan kişi, kendisini savunan ve ona inanan arkadaşlarından gelen tepkilere karşı uyanık olmalıdır ki, tersini savunan tarafın olay hakkında konuşması ve yüzleşmesine olanak sağlansın.

Radikal çevrede, somut bir olay karşısında, bir denge tutturmak, soğukkanlı olmak gibi zorlukların farkındayım. Bana göre en önemli şey, taraflara bölünmeden, olayın konuşulmasına olanak sağlamak olmalıdır. Taciz yapan kişi ile diyaloğun sürdürülmesine dikkat etmekle birlikte, tacize uğrayan tarafın duygu ve düşüncelerine öncelik verilmeli, taciz yapan birey, ortam ve etkinliklerden uzak tutulmalıdır. Elbette, hiç değilse bir iki insanın, tacizci ile diyaloğu sürdürmesi ideal olur. Aksi halde çevrenin dışına ittiğimizde, başka yerlerde, başka insanlara taşınacaktır virüs.

8 Mart yaklaşıyor, yılda birkez de olsa “kadın sorunları” gündeme geliyor. Bu da bir başlangıç olsun şimdilik.

E

Mart 2009, Londra

Bir kaktüsüm var, adı Hrant


19 Ocak 2007, her sabah olduğu gibi, internetten önce Türkçe gazetelerin başlıklarına baktım. Evimde TV yok, hiç olmadı. Türkçe gazetelerin haberlerine pek güvenmem, başlıkları okur, alışkanlığa dönüşen, Guardian gazetesiyle güne başlarım. Ama bu günkü haber çok karanlık; Hrant Dink vurulmuş .Yas doldu odama...

Göçmenlik durumu, coğrafi uzaklıkla sınırlı değil elbette. Ama, 19 Ocak gibi, karanlık günlerde, insan acısını paylaşak birilerini arıyor. Bu çok önemli, hele böyle, kolektif paylaşılması gereken yaslarda. Konuşabileceğim, benim gibi, Avrupa'nın çeşitli yerlerine dağılmış, bir avuç arkadaşa ulaştım. Karşılıklı ağlaştık...Bu acı bana çok dokundu, çok keskin, derin bir acı... Sanki gelmiş, geçmiş tüm acıları yüklenmiş gibi...İçinde ben de varım. İçim kanıyor...İçimden bir ses, "Hrant'ın soluk alamadığı bir coğrafyaya dönemessin." "Dönmemelisin", diye haykırıyor!

Ona el sallamak istiyorum son yolculuğunda. Bir arkadaşımı da ikna ederek, Londra'daki, Türkiyeli göçmenlerin oturduğu mahalleye gitmeye karar verdim. Halk Evi'nde televizyon vardır mutlaka diye düşünerek, önce oraya damladık sabah erkenden.
Halk Evinin geniş salonunda, birkaç yaşlı göçmen televizyon izliyor. Çoğu Kürtçe haberlerin. Arada, Hrant Dink'in, İstanbuldaki uğurlama töreninden sahneler geçiyor. Ben, cenaze törenini tam verecek derken, Med-TV, başka habere geçti. Kalkıp, başka bir kahve aramaya karar verdik. O sırada, masadaki yaşlı bir göçmen, yanımdaki arkadaşa, "Ermeni misin?", diye soruyor. Arkadaşım da "Türküm", cevabını verince, çok şaşırıyorum. Bu sefer,yaşlı adam beni işaret ederek, "peki, o mu Ermeni?", diye soruyor. "Yoo, o da değil.", cavabını verdi arkadaşım. Benim kendisine dik dik baktığımı görünce, sonra açıklarım anlamında işaret ederek, kapıya yöneliyor. Çıktığımızda, "dur, hemen kızma, ben bilerek Türküm dedim onlara. "Görmüyor musun, herkes kendi acısına yanıyor. Onlara, bir insana ağlamak için, Ermeni olmak gerekmiyor, mesajını vermek istedim", diyor.
Oradan bir otobüse atlayarak, kuzey Londra'nın, Haringey semtine gidiyoruz. Mahalleye geldiğimizde, sokağın birinde, kapı önüne atılmış bir kaktüs gördüm. Tek yapraklı, yaprağın ortasında, kurşun deliğine benzeyen bir boşluk var. Hemen aldım kaktüsü. Özenle mendilime sardım. Ölmemeli!...
Bu sefer, yine Türkiyeden gelmiş göçmenlerin işlettiği bir bilardo salonu buluyoruz. İçerisi sigara dumanı, soğuk ve erkek dolu. Hiç birisi umurumda değil. Salonun sahibinden, köşedeki televizyonu izlemek için izin alıyorum. Neyse ki, iyi bir adam. Üç dört saat yerimden kalkmamacasına orada oturdum. Kafe sahibi, çay da ikram etti halimin tuhaflığına başını sallayarak.

Ertesi gün, adını, Hrant koyduğum kaktüsüme, Oxfam'dan ( 2. el eşyalar satan bir yardım kuruluşu), üzeri çiçekli bir vazo aldım. Bilerek o vazoyu seçtim. Erevan, Halepçe nakışlı!
Her evden uzaklaştığımda, arkadaşım David'e," aman, diğer kaktüsleri boş ver, ama Hrant'a iyi bak", diye tembihlerim. Artık alıştı, benim yokluğumda, Hrant'ı, kendi evine alıyor.
Memleket demek, bayrak, millet demek değil elbette benim gibi düşünen insanlar için. Ama, bir kokudur memleket, Balat, Fener, Tarlabaşındaki, sokaklarda oynayan çocukların seslerine karışmış bir koku. Pencerelerden, patlıcan, biber, sarımsak kokuları dolar sokağa.
Bir göçmen, herşeyi unutur ama, türküleri ve yemek tatlarını unutmaz.
Zaman geçtikçe bu çocuk sesleri gittikçe uzaklaşır...Ve birgün dönersin o sokaklara ama, hiçbir iz bırakmamışlardır senden kalan.

Bir kaktüsüm var, adı Hrant: Gittikçe büyüyor, yeni filizler de verdi. Daha da büyüyecek. Kaktüs, dayanıklı bir çiçektir. Her koşulda yaşar, tıpkı göçmenler gibi. İlk bakışta albenisi yoktur; kendini hemen ele vermez...
Ama, bir çiçek açtımı tam açar:
Kimsenin gücü yetmez kaktüs çiçeğini koparmaya.
Dikenleri serttir çünkü, hemen tanır kıyıcı elleri.
Her özgürlükcünün bir kaktüsü olmalı!
Adı Hrant olmalı, İsyan olmalı, Deniz olmalı, Yusuf olmalı, Voltairine de Cleyre olmalı, Sylvia olmalı Emma olmalı, Durruti olmalı, Mahno olmalı, GÜLER ZERE olmalı...